SOFRADA NE KONUŞALIM?

Önümüz bayram. Sofralar kurulacak, aile yemekleri yenecek, sohbetler edilecek.

Sorulan sorulara verdikleri “Evet.”, “Hayır.”, “İyi.”, “Tamam.” gibi kısa cevaplar dışında pek sesi soluğu çıkmayan  aile üyeleriyle baş etmek (ki bunlar canı sıkılmış ergenler kadar elinden telefonunu düşüremeyen ebeveynler de olabilir!), sofraları daha neşeli hale getirmek için bazı öneriler paylaşmak istiyorum.

Bu vesileyle en popüler blog yazılarımdan biri olan “Akşam Yemeğe Geliyor Musun?” yazısında bahsettiğim “The Family Dinner Project” (Aile Akşam Yemeği Projesi) kitabında ve projenin internet sitesinde önerilen bazı aktiviteleri hatırlatmak ve yeniden (ve şiddetle!) önermek istedim.

20 SORU

Bir aile üyesi, ailece paylaştıkları bir anıyı düşünür. Diğer aile üyeleri sırayla sorular sorarak aklında tuttuğu anının hangisi olduğunu tahmin etmeye çalışır: Tatilde miydik? Yemeğe mi çıkmıştık? Komik miydi? Başka insanlar da var mıydı?

HİKAYE YARATMA

Ufak kağıtlara çeşitli kelimeler yazılır ve hepsi bir kutuya konulur. Her aile üyesi bir kağıt seçer. Seçilen kelimeleri kullanarak hep birlikte bir hikaye oluşturulur.

KULAKTAN KULAĞA

Bu bir klasik! Bir kişi seçtiği bir cümleyi yanındakinin kulağına fısıldar ve sırayla kulaktan kulağa bütün masa devam eder. En son kişi yüksek sesle duyduğu cümleyi tekrar eder. Cümlenin ne kadar değişmiş olduğuna bakılır.

TERCİH

Sırayla birbirinize tercih soruları sorabilirsiniz. Örneğin:

  • Telefonsuz yaşamayı mı tercih ederdin, televizyonsuz mu?
  • Kaybeden takımın en iyi oyuncusu olmayı mı tercih ederdin, kazanan takımın en kötü oyuncusu olmayı mı?
  • Uçabilmeyi mi tercih ederdin, görünmez olmayı mı?
  • Geçmişte yaşamayı mı tercih ederdin, gelecekte yaşamayı mı?
  • At olmayı mı tercih ederdin, tavşan olmayı mı?
  • Bir tabak solucan yemeyi mi tercih ederdin, bir tabak çekirge yemeyi mi?
  • Ellerinin yerinde ayaklarının olmasını mı tercih ederdin, ayaklarının yerinde ellerinin olmasını mı?
  • Uzayda yaşamayı mı tercih ederdin, denizin altında mı?

SOHBET KAVANOZU

Ufak kağıtlara önceden çeşitli sorular yazılır ve hepsi bir kavanoza doldurulur. Her bir aile bireyi bu kağıtlardan birini çeker ve cevap verir. Örneğin:

  • “En iyi arkadaşın kim?”
  • “Ailemizle ilgili en sevdiğin anın hangisi?”
  • “İsminin nasıl / neden seçildiğini biliyor musun?”
  • “Üç dileğin olsa, ne dilerdin?”
  • “En sevdiğin özelliğin hangisidir?”
  • “Kendini en rahat hissettiğin yer neresi?”
  • “Hep aynı yaşta kalabilecek olsan, hangi yaşta kalırdın? Neden?”

… HAKKINDA EN SEVDİĞİM 20 ŞEY

Bir konu seçin (veya aklınıza gelen konuları ufak kağıtlara yazıp bir kavanoza koyduktan sonra kura çekin). Sofrada oturan her kişi o konuda en çok neyi sevdiğini söylesin. Konu bir yer, bir mevsim hatta bir kişi dahi olabilir. Hatta söylenenleri yazıp saklarsanız 5, 10, hatta 20 yıl sonra açıp hatırlamak eğlenceli olabilir!

İyi bayramlar, keyifli sofralar!

Kaynak: http://thefamilydinnerproject.org

img_0019

TÜKETİM PSİKOLOJİSİ. İLİŞKİLER. EVLİLİK.

Tüketim toplumu olduk diyoruz sohbetlerde – biraz şikayet, biraz kabullenmeyle. İşin kötüsü ilişkilerde de hissettiriyor kendini bu tespit:

– “Hayal ettiğim gibi olmadı.”

– “Başta iyiydi, sonra bozuldu.”

– “Bunu istiyordum ama artık istemiyorum.”

Bazı seanslarda kendimi tüketici şikayet hattı gibi hissediyorum! Elimizdekinden memnun değiliz. Sürekli bir alternatifleri değerlendirme hali… Yeni modeli çıkınca eskisi değersizleşen ürünler gibi.

Çok istediğimiz bir şeye sahip olduktan sonra, onu istemeye ne kadar devam edebiliriz?

Olumsuz unsurlara odaklanmak yerine eşimizin olumlu yönlerini hatırlamak, bardağın dolu tarafını görmek çok mu zor?

Eşimizi acımasızca eleştiriyoruz, peki bizi sevmek, kabullenmek çok mu kolay? Biz çok mu mükemmeliz? Çok mu sevilesi insanlarız?

Eşim beyaz atlı prens çıkmadı, peki ben gerçekten prenses miyim?
(ya da tam tersi!)

Eskisini tüketip, yeni bir prens / prenses aramaya koyulmadan önce bunu bir soralım kendimize.. Ama dürüstçe!

Hayatı sorguladığımız dönemlerde bir yanımız sevgi, şefkat, güven, istikrar ararken diğer yanımız merak, heyecan duygularına kapılıp belirsizliğin çekiciliğine yönelmek ister. Yapımız böyle. Bu iç çatışmada sizde kazanan hangi taraf? Güvenlik mi, macera mı?

Geçenlerde Amerikalı bir çiftin “As long as we both shall live…” yani “Yaşadığımız sürece…” olarak klasikleşmiş evlilik yeminini “As long as we both shall love…” yani “Sevdiğimiz sürece…” olarak değiştirdiklerini fark ettim. Bu konuda gerçekçi olmadığım için değil – tabii ki sevgisiz bir beraberliği devam ettirme taraftarı değilim. Ama sevgi emek ve çaba istiyor. Tamam artık bitti demek, kestirip atmak en kolayı.

Zaman tutkuyu öldürür derler. Bu cümleye hiçbir zaman inanmadım. Araştırmalar, cinsel tatminin uzun süreli ilişkilerde çok daha yüksek olduğunu gösteriyor mesela. Tutkuyu öldüren zaman değil. Tutkuyu öldüren tembellik. Tutkuyu öldüren kanıksama. Tutkuyu öldüren öncelik vermeme. Değerli, kıymetli hissetmeme, hissettirmeme.

İngilizcede ‘family’ yani ‘aile’ kelimesi, ‘familiar’ yani ‘aşinalık’ kelimesiyle aynı kökten türemiş. Evlilik, aile olmak, sürekliliği, aidiyeti beraberinde getirir. Hem geçmişi, hem de geleceği kapsar. Bu da çok kıymetli. Hızla tüketilmeyecek, hemen kestirip atılmayacak kadar.

Araştırmalar da fırtınalı dönemleri atlatabilen çiftlerin ileride çok daha mutlu olduklarını gösteriyor.

Peki nasıl atlatacağız büyük fırtınaları?

İşyerinde projelerimize, müşterilerimize gösterdiğimiz titizliği, özeni, çabayı, ilişkimize de göstermemiz, verdiğimiz önceliği ilişkimize de vermemiz lazım. Zamanımızı yönetirken, işlerimizi önem ve aciliyet derecesine göre önceliklendirirken de.

Saygı çok önemli. En az sevgi kadar.

Asıl anahtar kelime tabii iletişim. Cevap vermek için değil, gerçekten anlamak için dinlemek; gerekirse konuşmayı ertelemek. Kendimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı açık ve net ifade etmek – ima etmeden, anlaşıldığımızı varsaymadan, kaçınmadan, doğrudan.

Bir de profesyonel destek almak – işlerin sarpa sarmasını, yaranın iltihaplanmasını beklemeden ama. Ve mutlaka çift ve aile terapisi konusunda özel eğitim almış, tecrübeli bir uzmandan.

 

image1

Yamalıbohça / Birleşmiş Aileler

İlkokuldayken hiç kaçırmadığım, “The Brady Bunch” diye bir dizi vardı – üç kızı ve bir kedisi olan bir kadınla, üç oğlu ve bir köpeği olan bir adamın evlenip aynı eve taşınmasıyla başlayan olaylar dizisi şeklinde özetleyebilirim konusunu. Aradan geçen otuzbeş seneye rağmen hala hatırlıyorum aile dinamiklerini. O zaman sıra dışı ve ilginç gelen bu aile çeşidinin artık literatürde bir adı var ve boşanma oranlarındaki hızlı artışla beraber çevremizdeki yamalıbohça aile sayısı da artıyor.

Yamalıbohça veya birleşmiş aile, ilk evliliğinden de çocukları olan iki kişinin evlenmesiyle oluşan aile çeşidi; eşlerden en az birinin ikinci evliliği ve eşlerden en az biri zaten anne ya da baba.

Yamalıbohça aile kaç kişi diye bakıldığında o evi paylaşan kişiler, sadece belirli günlerde gelen çocuklar ve birlikte yaşamadıkları ebeveynler, hatta onların ebeveynleri bile sayıya dahil edilir. O yüzden bu ailenin dinamikleri, biyolojik aileye göre çok, ama çok farklı.

İşin içinde bir vefat olmadığı sürece yamalıbohça aile sisteminde iki veya üç ev olur. Yani iki veya üç çekirdekli bir sistem bu. Evler çocuklardan dolayı hem duygusal, hem de ekonomik bağlarla birbirine bağlı.

Çift boyutundan bakınca, “Evliyim Ama Duygusal Olarak Boşandım.” / “Boşandım Ama Duygusal Olarak Evliyim.” adlı yazımda özetlemiş olduğum duygusal boşanmanın tamamlanmış olması, sağlıklı bir yamalıbohça ailenin kurulması için ön şart. Çocuk boyutunda ise bir ebeveyn vefat ettiyse fiziksel ölümün, ebeveynler boşandıysa da psikolojik ölümün yasının tutulmuş olması gerekir. Bu süre 6 ayla 36 ay arasında değişir.

Böyle bir aile kuruyorsanız sizin için en önemli şey, sabır! Araştırmalar, yamalıbohça ailelerde aile birliğinin oluşmasının iki-üç yıl sürdüğünü söylüyor. Bu ailelerde evlilik ve aile hayatından alınan haz, başlangıçta daha düşük – ancak zamanla artıyor. Hatta uzun vadede çocuklarda boşanmanın açtığı yaraları bile iyileştirme potansiyeli var. Ama zamanla. Ve emekle. Ve sabırla.

Yamalıbohça ailelerde çift birbirine daha az vakit ayırabiliyor. Stres seviyesi doğal olarak daha yüksek; belirsizlik daha fazla. Üvey ebeveynlerin birincil ebeveyn seviyesine ulaşabilmesi 2-5 yıl sürüyor. O zamana kadar çocukların kızgınlık gibi olumsuz duygularını üvey ebeveyne yönlendirmesi, onunla rekabete girmesi, hatta bu ebeveyni tamamen dışlaması sık rastlanan tepkiler. İşin içinde kaygı var, hayal kırıklığı var, kıskançlık var. Bu süreçte çocuklar biyolojik ebeveyni idealize edebiliyor.

Velayeti elinde bulunduran ebeveynle yalnız yaşamaya alışan çocuk için eve yeni aile bireylerinin girmesi endişe uyandırır ve adapte olunması gereken yeni bir değişim sürecidir.

Evlenen velayeti elinde bulundurmayan ebeveyn ise, hele evlendiği çocuğu olan bir kişiyse, bu durum, evden ayrılan ve artık kısıtlı sürelerle gördüğü anne veya babasının yeni evini, dolayısıyla hayatını, kendisine kapatıp, başka kişilere açtığı şeklinde algılanabilir. Çocuk için bu travmatik bir deneyimdir – bazen boşanmadan daha fazla.

Ancak öte yandan yamalıbohça aileler kayıp kadar umuttan da doğar. Yaşanmış tecrübeler elimizdekinin değerini bilmemizi kolaylaştırır. Empati ve psikolojik dayanıklılık artmıştır. Yeni aile bağları, yeni destekler anlamına gelebilir. Hayatımıza yeni fikirler, yeni bakış açıları girer. Bir adaptasyon süreci gerekir ama bu yeni ‘normal’ olur bir süre sonra.

Eski aidiyetlerimizden vazgeçmek zorunda olmamak, bunlarla ilgili konuşabilmek, duyguları baskılamamak aile üyelerine iyi gelen şeyler. Ebeveynlerin bütün aile bireylerine ayırdığı zamanı dengelemesi, kucaklayıcı, kapsayıcı olmaları önemli.

Yamalıbohça ailenin kendine özel yeni gelenekler ve aile ritüelleri geliştirmesi gerekir. Bu sadece doğum günü, yılbaşı gibi özel günlerin nasıl kutlanacağı değil, kaçta yatılacağı, kaçta kalkılacağı, evde nasıl bir iş bölümü yapılacağı, akşam yemeğinin saat kaçta yenileceği gibi öngörülebilir kuralları da içerir ve özellikle çocuklarda güven duygusunun oluşması için kritiktir. Haftada bir bütün aile üyeleriyle oyun akşamı düzenlemek ve beraber çeşitli kutu oyunları oynamak güzel bir örnek olabilir. “Akşam yemeğe geliyor musun?” adlı yazımda, ailece yenilen akşam yemeklerinin önemini vurgularken bu sofralar için ipuçları paylaşmıştım, bir göz atın.

Sayfadaki fotoğrafta gördüğünüz mavi dönenceyi ailelerle ilgili sunumlarımda kullanıyorum. Bu denizatı ailesi, birbirlerine görünmeyen bağlarla bağlı. İlk bakışta bu bağlar görünmeyebilir; boşlukta asılı duran izole parçalar gibi gelebilir deniz atları – ama öyle değiller. Her birinin konumu farklı, baktığı yön farklı. Ama birini hareket ettirdiğinizde, hepsi hareket ediyor; sürekli etkileşim içindeler. Deniz atı ayrıca benim için ailelerin sürprizli doğasını da temsil ediyor. Özellikle yamalıbohça ailelerin!

Yamalıbohça ailelerle ilgili daha detaylı bilgi için Danışman Psikolog Ani Eryorulmaz’ın Destek Yayınları tarafından 2013 yılında yayımlanan “Eyvah Boşanıyorum! Biyolojik Aileden Yamalıbohça Aileye” adlı kitabını öneririm.

Denizati_Mobile

Boşanma Dosyası #1: Herkes mi Boşanıyor?

Yıllar önce büyük kızım Melis’in anaokulu kaydı sırasında dikkatimi çekmişti – başvuru formunda iletişim bilgileri anne için ayrı, baba için ayrı, veli için ayrı isteniyordu. Şaşırmıştım ilk gördüğümde. Ben öğrenciyken sınıflarda bir, belki iki çocuğun annesi babası ayrı olurdu – formlarda da tek bir adres ve telefon sorulurdu. Şimdi sınıflarda çocukların yaklaşık yarısının annesi babası ayrı. Kayıt formları da buna göre güncellenmiş tabii.

Yirminci yüzyılın başlarında insan ömrü ortalama 45 yıldı. Bu da basit bir hesapla evlilikler yaklaşık 20-25 yıl devam ediyordu demek. Bugün ortalama ömür erkekler için 80’e yakın, kadınlar için ise 80’in üzerinde – giderek de artıyor. Demek ki çiftler yaklaşık 60 yıl evli kalabiliyor – bazen daha bile fazla. Bu kadar uzun bir süreyi aynı kişiyle evli olarak geçirmek, yüksek bir beklenti mi?

Evlilik kurumundan ve eşimizden beklentimiz yüksek. En iyi arkadaşımız, sevgilimiz, sırdaşımız, dert ortağımız, sağ kolumuz, maddi manevi dayanağımız aynı kişi olsun ve bu ömür boyu aynı düzende devam etsin istiyoruz. İnsanlar zamanla değişiyor. Eşimiz değişiyor. Biz değişiyoruz. Ve bunun çok da farkındayız aslında. Bu değişim paralel gidiyorsa, sorun yok; peki gitmiyorsa? Araştırmalar, bir sorun olduğunu fark ettikten ortalama altı sene sonra çift terapisine başladığını söylüyor mesela çiftlerin. Sorunu fark etmek, varlığını kabullenmek kolay değil.

Eskiden insanlar ölüm ayırana dek evleniyordu. Bugün evlilik kararı verenler bunun ömür boyu sürme ihtimalinin düşük olduğunu biliyor – istatistikler ortada.

Eskiden monogami, yani tek eşlilik, ömür boyu tek bir kişiyle yaşanılan beraberliği ifade ediyordu. Bugün ise, psikolog Esther Perel’in de sık sık vurguladığı gibi, “Ben bütün ilişkilerimde tek eşliyim.” gibi ifadeler kullanıyoruz – yani seri monogami var (yani, genellikle!).

“Ebeveyninizi Nasıl Alırsınız? Tek mi, Çift mi?” adlı yazımda da belirttiğim gibi, artık dağılmış yuva yerine tek ebeveynli aile diyoruz – dildeki değişim, algıdaki değişimi yansıtıyor.

Evet, boşanma durumunda ailenin şekli değişiyor ama çocuk varsa, aile yaşamı sona ermiyor. Çocuğun velayetini elinde bulunduran ebeveyni ile bir alt sistem, velayeti olmayan ebeveyni ile de bir başka alt sistem oluşuyor. Ebeveynler çocukların hayatının bir parçası olmaya devam ediyor; yalnızca ikametgahları değişiyor. Boşanma ve seri evlenme durumunda ise çoğul çekirdekli sistemler ortaya çıkıyor.

Ebeveynlik ve evlilik kavramları birbirinden bağımsız hale geldi.

Evlilik sonrası hayata adaptasyon da, günümüz batılı toplumlarında büyük bir kesiminin geliştirmesi gereken bir beceri oldu. Boşanma kararını vermek de, boşanmak da kolaylaştı.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2016 raporuna göre ülkemizde 2015’te boşanma oranı bir önceki yıla göre %5 artmış. Boşanmaların %39,3’ü evliliğin ilk 5 yılında, %21,5’i ise evliliğin 6-10 yılı içinde gerçekleşmiş.

Amerika Birleşik Devletleri verilerine göre ilk evliliğin kırklı yaşlarda boşanmayla sonuçlanma ihtimali %67. Boşanmalar genellikle evliliğin ilk yedi yılında gerçekleşiyor. İkinci evliliklerdeki boşanma oranı ise ilk evliliklere kıyasla %10 daha fazla.

Avrupa’nın en yüksek boşanma oranına sahip ülkesi olan Belçika’da 1975 yılından bu yana evlenme oranı %40 azalırken boşanma oranı %400 artmış.

Bir araştırma, bir çift ayrıldığında yakın çevresindeki çiftlerin de ayrılma ihtimalinin %75 arttığını söylüyor!

Boşanma oranları artmaya devam etse de, boşanmış kişilerin birçoğu yeniden evleniyor – bir sürü de yamalı bohça aile ortaya çıkıyor. Yine Amerika Birleşik Devletleri istatistiklerine göre boşanmış altı erkekten beşinin ve dört kadından üçünün tekrar evlenmesi söz konusu. Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının dörtte biri en az bir boşanma yaşamış ve evli yetişkinlerin çoğunluğu ikinci evliliğinde.

Bu veriler olumsuz algının evlilik kurumuyla değil, yalnızca evlenilen bireyle ilgili olduğu şeklinde yorumlanabilir. Mesela mutsuz bir evlilikte hastalanma olasılığımız %35 artıyor. Ama mutlu çiftler, boşanmış veya mutsuz çiftlere göre daha sağlıklı ve daha uzun bir ömür sürdürüyor. Evlilik herşeye rağmen hala tercih edilen yaşam şekli gibi görünüyor.

Daha önceki yazılarımda da hep belirttiğim gibi, ben bu konudaki iyimserliğimi koruyorum – eşlerden ikisi de istekli olduğu sürece.

Boşanıyoruz – Çocuklar Ne Olacak? Bir sonraki yazıda…

Divorce

Boşanma İhtimaliniz %91’e Varan Bir Başarı Oranıyla Tahmin Edilebiliyor Desem?

Amerika Birleşik Devletleri’nde Dr. John Gottman ile eşi Dr. Julie Schwartz Gottman’ın kurdukları Seattle Evlilik ve Aile Enstitüsü’nü duydunuz mu? Bu enstitünün bünyesinde bir Sevgi Laboratuvarı var. Sevgi Laboratuvarı’nda, video kameralar ve mikrofonlarla kaplı yaşam alanlarında yaşayan, holter monitörleriyle takip edilen çiftlerden elde edilen verilerle, 6 yıl içinde boşanma ihtimalinin %91’e varan bir oranda tahmin edilebilir olduğu iddia ediliyor. Araştırma ortamı bildiğiniz BBG evi – hatta yarışmacılara holter takılmış hali; kalp atışları da takip ediliyor çünkü. Veriler, 14 yıl boyunca 650 çift izlenerek elde edilmiş. Uluslararası çalışmalar da dahil 3000’in üzerinde çift incelenmiş.

Sadede gelelim. Bu araştırmaların sonuçlarına göre boşanmanın tahmin edilmesini sağlayan altı belirti var:

  1. Bu modele göre çiftlerde evliliğin yürümeyeceği konusundaki ilk sinyali, tartışmaların başlangıç şekli veriyor. Eleştiri, iğneleme, hor görmeyle başlayan tartışmalar sert başlangıç olarak nitelendiriliyor. Araştırma bulgularına göre sert bir başlangıçla başlayan tartışmalar, olumsuz bir havada sona eriyor. Aman tartışmanızın sert bir başlangıcı olduysa bir mola verin; sonra devam edersiniz!
  2. Tartışmanın başlangıcı sert olunca, Gottman’ların “mahşerin dört atlısı” olarak adlandırdıkları ikinci belirtinin ortaya çıkma ihtimali artıyor: Eleştiri, hor görme, kendini savunma ve duvar örme.
    • Yakınmak, eşimizin başarısız olduğu belirli bir eyleme yönelik oluyor. Eleştiri ise daha genel olduğu için, kişiliğe yönelik olumsuz ifadeler içeriyor. Yakınma bir davranışa, bir eyleme odaklanır. Eleştiri ise karaktere yönelik bir saldırıdır. Eleştirinin artması, mahşerin birinci atlısı. İkisini ayırt etmek önemli. Tartışırken hep eyleme odaklanalım; karaktere değil.
    • Mahşerin ikinci atlısı olan hor görmek, genellikle iğneleme ve kuşku duyma şeklinde su yüzüne çıkıyor. Hor görme diyoruz ama, sıfat yakıştırma, gözlerini devirme, küçümseme, alay etme, kara mizah da hor görme sayılıyor. Bunların hepsi bir tiksinme ima ediyor çünkü. Uzlaşmaya değil, daha fazla çatışmaya neden oluyor. Yapısında saldırgan bir öfke var.
    • Mahşerin üçüncü atlısı savunmaya geçmek. Savunmada karşı tarafa verilen mesaj ‘sorun bende değil, sende’ olduğu için, genellikle çatışmayı arttırıyor.
    • Mahşerin son atlısı da duvar örmek. Yüzleşmek yerine en sonunda eşlerden biri iletişimi tamamen keser. Bu noktada aslında kişi yalnızca çatışmadan değil, eşinden ve evliliğinden de kaçmış olur. Bu davranış, erkekler arasında daha yaygın bu arada – araştırmalar öyle söylüyor. İlk üç atlının yarattığı olumsuzluk, artık duvar örmenin bir çıkış haline geleceği kadar bunaltıcı bir hal almış oluyor. Özellikle nabız 100’ün üzerine çıktığında duvar örme ihtimali artıyor.

Gottman’ların araştırmalarına göre bu dört atlının tek başına varlığı, boşanmaları %82’lik bir isabetle belirliyor.

  1. Boşanmanın üçüncü belirtisi, dolup taşmak. Sert başlangıç ve dört atlının varlığı alışkanlık haline gelince ortaya çıkıyor ama aslında bir korunma aracı bu – durum bizi öyle sarsmıştır ki depremden korunmak için duygusal olarak ilişkiden koparak çatışmaları sona erdirmeyi deneriz.
  2. Dördüncü belirti fizyolojik. Çiftlerin beden dili ve nabzı izlenince, dolup taşmanın bu sefer fiziksel belirtileri ortaya çıkıyor. Nabız 100’lere, hatta 165’e kadar yükselebiliyor. Bu fiziksel durum bile tek başına, sorun çözücü bir yaklaşımı neredeyse imkansız hale getiriyor.
  3. İlk dört belirti ve mahşerin dört atlısı evliliği hemen kopma noktasına getirmeyebilir. Bu durumda beşinci belirti olan başarısız onarma girişimleri ortaya çıkar. Çiftler gerginliği azaltmak için frene basarlar. Bu aslında başarısız bir onarma girişimidir.
  4. Bir ilişki bütün bu olumsuzluklar içinde sıkışıp kaldığı noktada riske giren yalnızca çiftin geleceği değil, aynı zamanda geçmişi de oluyor. Altıncı ve son boşanma belirtisi de kötü anılar olarak adlandırılıyor. Çiftler bu aşamada geçmişlerini bir anlamda yeniden yazarlar. Olumlu hatıraları anımsamakta zorlanırlar. Hep savaşma beklentisi içinde oldukları için evlilik bir işkenceye dönüşebilir. Profesyonel yardım almaya birçok çift bu aşamada karar verir.

Son aşamaya kadar gelindiğinde evlilikle ilgili yaşanılan sorunlar çok ciddi görünür, sorunlardan bahsetmek faydasız gelir, eşler birbirinden ayrı hayatlar sürdürmeye başlar ve yalnızlık belki de en baskın duygu olur. Özellikle eşlerden biri son aşamaya geldiyse evlilik dışı bir ilişki yaşama ihtimali artar. Bu ilişki genellikle evliliğin can çekişmesinin nedeni değil, bir belirtisidir. Bu işaretler görüldüğünde boşanma da bir an meselesi haline gelir.

Yanlış anlaşılmasın, yukarıda özetlemeye çalıştığım tepkileri zaman zaman bütün çiftler verir. Uzun süreli, ‘başarılı’ ilişkilerin farkı, bu durumu sümen altı etmeden, hiç olmamış gibi davranmamaları. Aksine, dönüp, durumu ve kendilerini rahatsız eden noktaları açık açık konuşmaları ve birbirlerinin bakış açısını dinlemeleri, gerektiğinde sorumluluk alıp özür dileyebilmeleri.

Bir araştırma, çiftlerin ilişkilerinde sorun olduğunu ilk hissettikleri andan ortalama 6 yıl sonra çift terapisine başvurduğunu söylüyor. İlişkilerde inişlerin, çıkışların olması çok doğal. Ancak Duygusal Hijyen başlıklı yazımda da belirttiğim gibi, lütfen yardım almak için yaraların kötüleşmesini, iltihaplanmasını beklemeyelim. O zaman tedavi daha sancılı ve daha uzun oluyor.

John Gottman ile Nan Silver’in kaleme aldığı “Evliliği Sürdürmenin Yedi İlkesi” Gottman’ların Sevgi Laboratuvarı’ndan elde ettikleri verileri özetleyen bir kitap. Dili akıcı ve anlaşılır. Konu ilginizi çektiyse tavsiye ederim.

Gottmans

Psikoloğunuz Evlilik Yanlısı mı?

Psikoloğunuz evlilik yanlısı mı, değil mi? Bir psikoloğun evlilik yanlısı olup olmadığı nasıl anlaşılır?

Evlilik yanlısı bir psikolog kişilerin bireysel mutluluğu kadar, ilişki ve aile üzerinden alınan tada odaklanan, bunu ortaya çıkarmaya, hatırlatmaya, korumaya, büyütmeye yönelik olarak çalışan bir psikologdur. Evlilik konusunda tarafsız olmayan, aile birliğini korumak, evliliği kurtarmak için yola çıkan bir psikologdur.

Tabii ki ayrılık bazen en doğru çözüm oluyor. Tabii ki bazı çiftlerin bir arada kalması doğru seçenek olmuyor. Ancak özellikle çift terapisinde bireysel hedefleri önceliklendirmek yerine ilişkiyi hedef alan bir yaklaşımla yola çıkmak, birçok evlilik için can simidi oluyor.

Günümüzde yaygın olan tüketim anlayışı, aile hayatına da yansımış durumda. Batılı ülkelerden elde edilen istatistikler, boşanma oranlarının %50’lerde olduğunu gösteriyor. Her iki çiftten biri boşanıyor. Ancak özellikle çocuklu ailelerde boşanma yalnızca bir ilişkinin sona ermesi değil, bir ailenin sona ermesi anlamına gelebiliyor.

Her birimiz farklı kanallar kullansak da, mutluluğu kovalıyoruz. Mutluluk Doktoru başlıklı yazımda da bahsettiğim gibi farklı mutluluk çeşitleri var ve spor yapmaktan sosyal yardımlaşma faaliyetlerine katılmaya, meditasyondan alışverişe kadar hepimizin mutlu olduğumuz anları arttırmak için irili ufaklı çabalarımız var.

Mutlulukla ilgili araştırmalarda ailenin varlığı, birlikteliği kriter olarak bütün diğer unsurlara göre açık ara önde. Özellikle çiftlerle ilgili araştırmalar, stresli çocuk büyütme dönemini atlatan çiftlerin hayatlarının ilerleyen aşamalarında daha mutlu olduklarını gösteriyor. Marilyn Yalom, “Antik Çağlardan Günümüze Evli Kadının Tarihi” kitabında bu çiftlerin paylaşılan geçmişlerine dayanan özel bir bağ yakaladıklarını vurgulayarak başka bir kişinin hayatının en yakın tanığı olmanın insanın değerini ancak zamanla anlayabileceği bir ayrıcalık olduğunu hatırlatıyor – bedeli geçmişteki gözyaşlarıyla ödenmiş bir ayrıcalık belki de. Bizi eskiden olduğumuz gibi hatırlayan ve bugün olduğumuz gibi seven bir kişi, aslında çok değerli.

Halbuki günümüzde küçük krizlerde dahi evlilikler kısa vadeli bir fayda-maliyet hesabıyla alelacele sona erdirilebiliyor.

Özellikle çift terapisine başlama kararı verildiğinde, çift ve aile terapisi konusunda özel eğitim almış, uzmanlaşmış kişilerin tercih edilmesi önemli. Böyle bir terapinin odağı bireysel iyilik hali kadar, ilişkinin de iyilik hali olacaktır. Yalnızca “tamir” değil, farkındalık kazandırma ve eğitim boyutlarıyla da kalıcı bir iyileşme hedeflenecektir.

Batıda birçok psikoloğun kartvizit ve web sitelerinde ‘evlilik yanlısı’ ibaresine yer verdiğini görüyorum. Yaygın bireysellik akımına rağmen ben de kendi adıma hala aile birliği noktasında iyimserliğimi koruyorum.

IMG_9662

 

Mutluluk Doktoru

Sene 1991. Evden çıkıp bir taksiye bindim ve Boğaziçi Üniversitesi’ne lütfen dedim.

– “Öğrenci misin abla?”

– “Evet.”

– “Hangi bölüm?”

Psikoloji dememle birlikte, Gayrettepe’den Rumeli Hisarüstü’ne giderken geçen 20 dakika boyunca taksi şoförünün evlilik hayatıyla ilgili çok fazla detay öğrendim. Eşinin tepkilerinden şikayet ediyor ve yarı yaşında bir öğrenci bile olsa, bu işi bilen birinden haklı olduğunu duyup kendi davranışlarını onaylatmak istiyordu.

Sene 2015. Londra Heathrow Havalimanı Pasaport Kontrol’de sıra bana geliyor.

– “Ziyaret sebebiniz?”

Psikolog olduğumu ve Tavistock Centre’da bir seminere katılmak için geldiğimi söyledim. Arkamdaki sıraya rağmen, yaklaşık beş dakika boyunca görevlinin eşiyle ilgili şikayetlerini dinledim. Yine kendi davranışlarıyla ilgili onayımı almaya çalışıyor ve hatta eşi için benden randevu alabilse çok iyi olacağını söylüyordu. İstanbul’a gelirse seve seve diyerek Heathrow Express’e doğru ilerledim.

Bu iki olay arasında tam 24 sene var ama gördüğünüz gibi değişen pek birşey yok. Psikoloğa gitmek bugün bile kolay bir karar değil. Psikoloğa gitmek için bir sorun olmasını –hatta sorunun kontrolden çıkmasını– bekliyoruz. Gidince de, doğal olarak, hep olumsuzları konuşuyor, iyi gitmeyen konulara odaklanıyoruz. Bize olumsuz duygular hissettiren deneyimlerimizi daha canlı bir şekilde hatırlıyoruz. Basit hafıza testlerinde bile olumsuz duygu uyandıran kavramlar daha fazla akılda kalıyor.

Ben danışanlarımın daha çok olumluya odaklanmalarını sağlayabilmeyi misyon edindim. Ofisimden daha az mutsuz çıkmaları değil, kendilerini huzurlu hissettikleri bir ortamdan yüzleri gülerek ayrılmalarını ve bu durumun mümkün olduğu kadar hayatlarının diğer kesitlerine de etki etmesini hedeflerim. Bir müdahale olacaksa ve bakış açısı değişecekse, bunun bütünsel bir mutluluk hedefiyle olması lazım.

Pozitif psikoloji olarak tanımlanan bir akım var. Bu akımın öncülerinden biri olan Martin Seligman, üç farklı mutlu hayat çeşidi tanımlıyor. Bunlardan birincisi ‘keyifli hayat’. Böyle bir hayat sürmek için size olumlu duygular yaşatacak deneyimlerin peşinden koşuyorsunuz ve bu duyguları mümkün olduğu kadar uzun süre hissetmek için elinizden geleni yapıyorsunuz. Olumsuz duygulardan da kaçınıyorsunuz. Bu hayat çeşidinin en büyük sorunu, insanların herşeye hemen alışması ve hissedilen pozitif duyguların istediğimizi elde ettikten sonra zayıflayarak yok olması.

İkinci mutlu hayat çeşidi ‘iyi hayat’. Keyifli hayatta bilinçli olarak yapılan seçimler ve farkındalık var – yaşarken bunu seçer, bilir ve hissederiz. İyi hayat ise, mandalalarla ilgili blog yazımda da bahsetmiş olduğum Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi’ın akış teorisini temel alıyor. Bu teori, insan zihninin bir aktiviteyle tamamen meşgul olma durumunu “flow”, yani akış hali olarak tanımlıyor ve insanın en mutlu olduğu zamanı, akışta olduğu zaman olarak kabul ediyor: Dikkati tamamen yaptığı aktiviteye odaklanmış, zaman kavramı önemini kaybetmiş, fiziksel ihtiyaçlarla ilgili farkındalık yok olmuş. İyi hayat yaşayabilmek için en güçlü yönlerimizi bilmemiz ve bunları mümkün olduğu kadar fazla kullanacak şekilde hayatımıza entegre etmiş olmamız gerekiyor. Hayatımızı mümkün olduğu kadar akışta geçiriyoruz.

Üçüncü mutlu hayat çeşidi ise ‘anlamlı hayat’. Adından da anlaşılacağı gibi, en güçlü mutluluğu ve huzuru sağlayan bu hayat çeşidi. Sadece en güçlü yanlarımızın farkında olup bunları kullanmayı değil, bizden daha büyük bir bütüne hizmet etmeyi de içeriyor. Bu bütün, aile, din, toplum veya bir ideoloji dahi olabilir.

Yapılan araştırmalar, keyifli hayatın genel hayat tatminiyle bir bağlantısı olmadığını ortaya koyuyor. Mutlulukla en güçlü korelasyon, anlam arayışıyla kuruluyor. Bütünsel mutluluk, olumlu duyguların peşinden koşmak, güçlü yönlerimizi hayatımızın farklı alanlarına entegre ederek akışta olmak ve bunları bir bütünün yararına kullanarak hayatımıza anlam katmaktan geçiyor. Çevremde, hayatta kağıt üzerinde isteyebileceği çoğu şeye sahip olduğu halde kendini mutlu hissetmeyen o kadar çok insan var ki. Bazen “Ben niye böyleyim?” diye kendi kendilerini sorguluyorlar. Dönem dönem antidepresan kullananların sayısı da artıyor. Beyindeki seratonin oranını kimyasal müdahaleyle artırmak –bazı istisnalar dışında– bana doğru çözüm gibi gelmiyor. Aslında sorularının cevabı da basit: Keyifli hayat yaşıyorlar.

Carol Ryff iyilik haline felsefi bir yaklaşım getirmişti. Seligman son kitabında teorisine üçüncü bir boyut katıp PERMA modelini ortaya attı. Mutluluk konusunda yıllardır sürekli yeni teoriler çıkıyor. İlgilenirseniz Pennsylvania Üniversitesi’nin mutlulukla ilgili kendinizi ölçebileceğiniz ve güçlü yanlarınızı belirleyebileceğiniz bir web sitesi var: https://www.authentichappiness.sas.upenn.edu/testcenter

Buradan küçücük yaşımda bana güvenip içini döken taksi şoförü arkadaşıma ve Londra’da pasaport sırası bekleyen bir yabancıya açılacak kadar dolmuş olan görevliye de seslenmek istiyorum! Yalnızca keyif peşinde koşmayın, akışta olun ve yaşam amacınızı bütünün yararına olacak şekilde düzenleyin. Güçlü yanlarınızın farkında olun ve her gün bu özelliklerinizi kullanın. Bir amacınız olsun. Gece uyumadan önce o gün başınızdan geçen üç olumlu olaya odaklanın. İnsanlarla güçlü bağlar kurun. İlişkilerinizde yapıcı olun ve sevgi ön planda olsun (kenara çekilip oturduğunuz yerden başka insanları yargılamakla vakit harcamayın). Hareket edin, uyku düzeninize dikkat edin, dengeli beslenin. Çocuklarla vakit geçirin. Ailenize zaman ayırın (aile başlığı mutlulukla ilgili araştırma sonuçlarında hep açık ara önde). Bir evcil hayvanınız olsun. Gülümseyin. Aslında bu kadar basit.

Beş yaşındaki kızım Selin geçenlerde tam olarak ne iş yaptığımı sordu. Ona anlayacağı bir dilde anlatmak için bir süre çabaladım. Bana baktı, düşündü ve şöyle dedi: “Tamam anne, anladım. Sen mutluluk doktorusun!” Kendi kendine türettiği bu ifadenin ne kadar hoşuma gittiğini anlatamam. Evet, ben mutluluk doktoru olmak istiyorum!

balloon

“Adam” gibi…

Avusturalyalı psikolog Steve Biddulph’ın “Manhood” (Erkeklik) kitabını ilk okuduğumdan beri kaç kişiye hediye ettiğimi hatırlamıyorum. Sürekli sohbet ettiğim birilerine elimdeki kitabı verip kendime yenisini alıyorum.

Yine elimdeki kitaptan oldum geçen hafta. Hal böyle olunca bu yazıya vesile oldu! Ne yazık ki kitabın –en azından benim bildiğim kadarıyla– Türkçe baskısı yok. Ancak şiddetle tavsiye ederim – ve umarım en kısa zamanda tercüme edilip Türkiye’de de yayımlanır. Erkeklerin farkında olarak veya olmayarak üstlendikleri rollerin dışına çıkabilmeleri ve daha kaliteli ve mutlu bir yaşam sürebilmeleri için yazılmış çok keyifli, sürükleyici bir kitap.

Bu yazıyı okuyan beyler, lütfen bir düşünün: Şu anda hayatınızda hangi rolleri oynuyorsunuz? Peki kendinizi mutsuz, üzgün, endişeli veya yalnız hissettiğinizde ne yaparsınız? Dışarıdan size baktığımızda, gerçek duygularınızı anlar mıyız? Bu son soruya genellikle hayır cevabı alıyorum. Erkeklerin en fazla canının sıkkın olduğunu görebiliyoruz dışarıdan bakınca; altta yatan duyguyu anlamak maharet istiyor – hele kişi kendisi de temel duygularının farkında değilse.

Küçük yaştan itibaren “adam olmak”, “adam gibi”, “adam etmek”, “adam yerine koymak”, “adamakıllı”, “bilimadamı” gibi ifadeleri günlük hayatımızda kullanarak bile çocuklarımızı programlamaya başlıyoruz.

Çocuklar toplum tarafından kabul edilmek için nasıl davranmaları, nasıl görünmeleri gerektiğini öğreniyor. Kız çocuklarına “ağla, açılırsın” diyoruz ama erkek çocuklarına “kız gibi ağlama” diyebiliyoruz. “-mış gibi yapmak” hepimizin dünyasında var ama erkeklerin dünyasında daha yaygın, daha baskın.

Mış gibi yaptığımız dünyamızda giderek yalnızlaşıyoruz. Herkes dışarıdan bakıp herşeyin yolunda olduğunu varsayıyor belki. Yalnızlaştıkça da en yakınımızdaki insanların bile bizi gerçekten tanımadığını fark ediyoruz. Hayat anlamını kaybediyor. Yakınlarımız bizi belki gerçekten çok seviyor; ancak sorunların ve duyguların gerçek boyutları paylaşılmadıkça hiçkimse sevgisini gösterecek ortamı yakalayamıyor.

Dikkat edin, erkekler birlikte vakit geçirdiklerinde ya maç seyrederler, ya tavla, satranç, okey gibi bir oyun oynarlar, ya da sohbet ediyorlarsa da yine iş, siyaset veya spor ağırlıklı bir gündem vardır. Bir kadın sohbetine kulak misafiri olursanız olaylar kadar duygu ifade eden kelimeler de takılır kulağınıza. Farklı akar sohbet.

Erkek çocuklarının kadın egemen ortamlarda yetişmesine alışığız. Kız çocukları genellikle düzenli olarak kadınlarla temas kuruyor ama erkek çocukları ailesindeki erkeklerle aynı oranda temas kuramıyor. Halbuki oğullarımızın fiziksel, duygusal ve psikolojik gelişim ihtiyaçları kızlarımızdan farklı. Aileyi bırakın, anaokulu ve ilkokul öğretmenlerinin de çoğu kadın. Yaklaşık son altı nesilden beri, sanayi devrimiyle, ailelerdeki babaları, amcaları, dayıları, enişteleri iş hayatına kaptırdık. Şimdi şimdi dengelenmeye başladı bu denklem.

Yirminci yüzyılda kadınlar sınırlarına karşı savaştı hep. Erkekler de yalnızlaştıkları rollerin dışına çıkmaya çalıştı. Feminist hareket belki de biraz eksik kaldı çözüm olarak; çünkü sorun iki boyutlu. Yoğun iş saatleri ve çalışma koşulları erkekleri hem babalarından, hem çocuklarından hem de dostlarından ayırmış nesillerdir. Mutlulukla ilgili araştırmalarda hep erkeklerin mutsuzluk oranları daha yüksek. Hep bu ‘-mış gibi yapma’lardan.

Bugün ise durum karışık. Kadınlar iş hayatına girmiş durumda ve sorumlulukları eşit olarak paylaşmak yeni “normal”imiz oldu. Ancak bu yeni yaşam şeklinde kuralları yaşadıkça koyuyor, bir denge oturtmaya çalışıyoruz.

Ülkemizde, annenin de, babanın da çalıştığı denklemde bile genellikle ev düzeni ve çocuklarla ilgili kararların tamamen annelere delege edildiğini görüyorum. Yanlış anlaşılmasın, bence kadınlar bu konuda çok becerikli ama belki babaların da işe yarar bazı fikirleri vardır? Sormak lazım. Fikirlerini ifade ettiklerinde, acaba elimizin hamuruyla erkeklerin işlerine bayağı karışmış olan (!) biz kadınlar, onları aynı tarafsızlıkla dinliyor muyuz?

Yeni çocuk sahibi olan babalar artık bebek/çocuk bakımına katılmalarının çocuğun duygusal gelişimi için ne kadar önemli olduğunun bilincinde. Babaların üstlendiği roller de giderek artıyor: Baba, eş, arkadaş, yönetici, koruyucu… ama yakınlarında örnek alacakları rol modelleri hala eksik.

Steve Biddulph, bir erkeğin duygusal gelişimini tamamlaması için üzerinde çalışılması gereken yedi alan tanımlıyor: Babanızla ilişkiniz, cinsel kimliğiniz, kadın-erkek ilişkileri, baba olmak, başka erkeklerle arkadaşlık ilişkileri, iş hayatı ve özgür ruhunuzu serbest bırakmak. Bunların detayları kitapta; burada girmiyorum. Ama özellikle Türk erkekleri söz konusu olduğunda bu listeye bir de anneyle ilişkiyi dengelemek başlığını eklemek isterim. Çevremdeki yetişkin erkekler anneleriyle genellikle ya iç içe geçmiş ya da kopuk bir ilişki yaşıyor.

Ne yazık ki bazı anneler, eşleriyle aralarındaki duygusal boşluğu, sevgi, şefkat eksikliğini oğullarıyla kapatmaya çalışmış. Aslında eşlerinin kıyafet seçmelerine yardım etmesini isterken, oğullarından fikir almışlar. Eşleri onlara çiçek alsın istemişler, oğulları almış. Bu ortamda yetişen erkekler, duygusal destek sağlamaktan yorgun düştükleri için eşlerine gerekli şefkati veremeyebiliyor.

Madalyonun diğer yüzünde de annesinden uzak yaşayan erkekler var. Özellikle çocuklarının bütün fiziksel ihtiyaçlarını sağlasa da duygusal ihtiyaçlarını karşılayamamış annelerin çocukları bu grupta. Büyüdükçe annesinden uzaklaşan bu çocuklar, kendileri aile kurduklarında aşırı koruyucu olabiliyor. Büyüdüklerinde duygularını çok fazla belli etmeyen, başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarının önüne koyan, ailelerine değil, kendilerine zaman ayırdıklarında yoğun bir suçluluk duygusu yaşayan kişilere dönüşüyorlar. Bu grup genellikle annelerini ne kadar çok sevdiklerini onları kaybettikleri zaman anlıyor, hissediyor. Bu da büyük acı veriyor.

Hep söylenir ya, bir babanın çocuğu için yapabileceği en iyi şey, çocuğunun annesini çok sevmek, ‘adam gibi’ sevmek. Mutlu annelerin, mutlu çocukları, mutlu gelinleri ve mutlu damatları olur! En azından geleneksel aile yapısında böyle. Yeni, modern aile yapıları için yeni sözler düşüneceğiz artık!

Bebeğe, doğumdan itibaren, “daha küçük, anlamaz” demeden, yeterince ilgi, sevgi ve belki de en önemlisi şefkat göstermek, başka şeylerle ilgilenmeden, yalnızca bebekle kaliteli zaman geçirmek, aşırı koruyucu da, ihmalkar da olmamak çok önemli. Duygusal farkındalığı yüksek, duygusal ifadesi güçlü çocuklar yetiştirmek olsun hedefimiz – kız olsun, erkek olsun, fark etmez.

IMG_5974