Bu Yazı Sunum Heyecanını Bir Türlü Yenemeyenler İçin: Sunum Terapisi

Sunum Teknikleri, Eğitici Eğitimi, Stres Yönetimi, koçluk.. her şeyi denediniz ama topluluk önünde konuşurken hala heyecanlanıyor musunuz? Merak etmeyin, hızlı sonuç veren bir terapi tekniğiyle bu konuyu kökten çözmek mümkün.

İş hayatımın ilk 20 senesini hem kurumsal, hem de akademik hayatın içinde, insanların topluluk önünde konuşma becerilerini geliştirmelerine destek olabilmek için eğitimcilik, sunum koçluğu ve eğitimci denetimi yaparak geçirdim. Dünyanın dört bir yanından yüzlerce katılımcım oldu. Eğitimler kapsamında, proje sunumlarından TED Talk’lara kadar geniş bir yelpazede sunum koçluğu yaptım. Çoğu çok iyi sonuçlansa da, zaman zaman katılımcıların heyecanlarını yenmelerini tam olarak sağlayamadığımı görüyordum. Meditasyon, nefes egzersizleri, ne denediysem olmadı; bazı katılımcılarda işe yarasa da, hepsinde sonuç alamıyordum. Terapist şapkamı takıp aslında travma terapisinde kullanılan bir teknik olan EMDR’ı bu alanda uygulamaya başlayana kadar…

EMDR (Eye Movement Desensitization and Reprocessing), yani Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme, 1987 yılında Dr. Francine Shapiro tarafından geliştirilen kapsamlı bir terapi yöntemi. Bu yöntemle geçmiş deneyimlerden ders çıkarmak, danışanın kendisinde stres oluşturan mevcut uyaranlara karşı duyarsızlaşması ve gelecekte kullanacağı uygun becerileri kazanması hedeflenir.

Katılımcılara, birebir olarak, sunum koçluğu ve EMDR terapisi birlikte yürütüldüğünde çok iyi sonuçları alıyoruz – bir yandan katılımcının sunum becerisi gelişiyor, bir yandan da bir daha geri dönmemek üzere sunum heyecanı geride kalıyor. Genellikle 2’şer saatlik beş seans, olumlu sonuç için yeterli oluyor.

Bir sürü eğitim aldınız, her yolu denediniz ama sunum heyecanınızı bir türlü yenemediniz mi? Belki de EMDR ile sunum terapisine ihtiyacınız vardır?

SunumTerapisi

Tartışma Sanatı

Önce Yansıt, Sonra Ne Dersen De!” başlıklı blog yazımdan beri özellikle çiftlerden çatışmalar sırasında kullanabilecekleri doğru tartışma tekniği konusunda daha fazla soru gelmeye başladı. Bu yöntemi yalnızca sevgilinizle, eşinizle değil, iş ve arkadaş ilişkilerinde de uygulayabilirsiniz. İşte doğru tartışmanın beş altın kuralı:

  1. Kendinizi “ben” diliyle ifade edin.
  2. Yalnızca fikirlerinizi değil, duygularınızı da dile getirin.
  3. Bir konuyla ilgili olumsuz duygularınızdan, endişelerinizden bahsediyorsanız, aynı konuyla ilgili olumlu duygularınızdan da söz edin.
  4. Genellemelerden kaçının. Kurduğunuz cümleler doğrudan konuyla ilgili olsun ve spesifik örnekler, detaylar içersin.
  5. Paragraflar halinde konuşun. Yani bir fikri dile getirin, sonra devam etmeden önce karşınızdaki kişiye konuyu düşünüp değerlendirmesi ve gerekirse yanıt vermesi için zaman verin. Uzun süre durmadan konuşmak, karşınızdakinin sizi etkin dinlemesini zorlaştıracaktır.

Konu açılmışken, doğru dinlemenin de beş altın kuralı var!

  1. Anlatılanları dinlediğinizi beden dilinizle, ses tonunuzla, duruşunuzla belli edin. Onun farklı bir bakış açısı olabileceğini kabullenin.
  2. Kendinizi karşınızdaki kişinin yerine koyarak empati kurmaya çalışın. Onun yerinde olsaydınız siz ne hissederdiniz, düşünün.
  3. Karşınızdaki kişi konuşmayı bitirdiğinde önce anlattıklarını, ne anladığınızı özetleyin; yani ayna tutun, yansıtın.
  4. Hemen çözüm üretmeyin. Önce dinlediğinizi, anlattıklarını duyduğunuzu gösterin.
  5. Yargılamayın.

Unutmayın ki sesimizi, kendimizi duyulmamış hissettiğimizde yükseltiriz.

Bu kuralları karşılıklı olarak uyguladığınızda, aynı fikirde olmasanız bile, kendinizi duyulmuş, anlaşılmış ve fikirlerine değer verilmiş hissedeceksiniz.

Bir deneyin!

 

cloudvisual-208962

Önce Yansıt, Sonra Ne Dersen De!

Yansıtmak ve onaylamak – İngilizcesi ‘validation’. Aynı fikirde olmak değil; yalnızca anladığını yansıtıp, onaylamak.

Psikologlar tarafından, özellikle de çift terapisinde, en çok kullanılan tekniklerden biri. Duygu odaklı terapinin her zaman ilk adımı.

Aslında her iletişimde, her ilişkide çok önemli bir teknik. İlişki sorunları hep eksik onaylarla dolu çünkü.

Karşımızdaki kişiye, bize aktarmış olduğu duygu veya düşünceyi geri yansıtarak, bir anlamda ayna tutarak, onun söylediklerini anladığımızı gösterir, anlaşılan mesajın onayını alırız. Bu kesinlikle aynı fikirde olmayı gerektirmez. Örneğin:

Aslı: “Bu akşamki programı iptal edelim mi? Korkunç bir gündü, biraz ayağımı uzatmak istiyorum.”  

Hakan: “Çok yorgunsun, hiçbir yere çıkacak halin yok. Anlıyorum.”

Hakan, Aslı’yı duyduğunu, anladığını gösteriyor ve algıladığı mesajı yansıtıp, onaylatıyor.

Devamında Hakan “Tamam, ben arayıp iptal ediyorum.” veya “Ben Ali’leri görmeyi çok istiyordum, istersen bir duş al, belki fikrin değişir?” veya “Biraz geç gidelim, hem sen de biraz dinlenirsin.” veya “Sabahtan beri akşamı iple çekiyorum. Hadi gel gidelim, senin de havan değişir.” gibi birçok alternatif cümle kurabilir. Ama ne derse desin, Aslı kendisini duyulmamış, anlaşılmamış hissetmeyecek.

İşin püf noktası, cevap vermek için dinlememek, gerçekten anlamak için dinlemek.

Sonrasında, ikinci adım olarak, anladığımız mesajı yansıtmak.

Konuyla ilgili kendi fikir ve düşüncelerimizi ise, en son belirtmek.

Bu arada yansıttığınız, onayladığınız şey yalnızca karşınızdaki kişinin kullandığı kelimeler değil, ses tonu veya beden dili de olabilir. Amaç papağan gibi söylediğini tekrar etmek değil – yargılamadan, aldığımız mesajı açığa çıkarmak.

Karşınızdaki kişiye, söylediklerine, hissettiklerine önem ve değer verdiğinizi gösteriyorsunuz; onu duyduğunuzu, anladığınızı ortaya koyuyorsunuz her şeyden önce.

Bir deneyin.

Toplantılarda, evde, ailenizle, arkadaşlarınızla.. bu tekniği alışkanlık haline getirebilirseniz, her ilişkide kullanabileceğinizi fark edeceksiniz.

 

Not: Çocuk ve ergenlerde de deneyin – etkisini görün.. 🙂

 

 

david-marcu-45275

Nedir Bu ‘Gaslighting’?

Güvendiğiniz bir kişi var. Size düzenli olarak diyor ki:

“Hayır, ben öyle bir şey demedim.” Ama dedin!

“Sen yanlış duymuş / görmüş / anlamış olabilirsin.” Ama duydum / gördüm / anladım!

“Öyle bir şey yok.” Ama var!

“Hayal görüyorsun.” Hayal mayal değil!

… Aklımı kaçıracağım. Gerçekten sorun bende mi acaba?

Tanıdık geldi mi? Size yapılan şeyin bir adı var: ‘Gaslighting’.

Gaslighting kelimesinin ne yazık ki tam bir Türkçe karşılığı yok. Gaz lambasını kısmak olarak tercüme edilebilir. Bu tür etiketleri sevmiyorum aslında. Ama bu ara o kadar çok gündeme geldi ki, benim de yazasım geldi…

Gaslighting, yukarıdaki örnekten de tahmin edeceğiniz gibi, bir duygusal manipülasyon şekli – hatta duygusal istismar bile denilebilir.

Gaslighting terimi ilk defa 1938 yılında, Gas Light adlı bir İngiliz tiyatro oyununda kullanılmış. Başroldeki adam her gece gaz lambasını biraz daha kısıyor, eşi gaz lambası giderek daha az mı ışık veriyor yoksa bana mı öyle geliyor diye sorguladığında sert tepkilerle karşılık veriyor. Kadın eşine o kadar güveniyor ki, kendinden şüphe ediyor ve aklını kaçırdığını düşünüyor.

Gaslighting en çok narsistik kişilik bozukluklarında rastladığımız bir davranış şekli – ancak bununla kısıtlı değil. Başka kişilik bozukluklarında da kişinin hep kendi görüşünün doğru olduğuna inandığını veya çevresindeki insanları kontrol etme güdüsünün yüksek olduğunu görebiliyoruz.  Ebeveynlerden biri bu taktiği kullanıp çevresindeki insanları manipüle ediyorsa çocuğun bunu modelleyerek kendi hayatında uygulama olasılığı da var.

Aslında bu kişi size yalan söylüyor. Yalan söylediğini de biliyor. Ama karşınızda o kadar güçlü duruyor ki -ve bu o kadar güvendiğiniz bir kişi ki- siz kendinizden şüphe etmeye başlıyorsunuz. Hatta bazen daha da ileri gidiyor, konuyu size çevirip sizi suçlamaya başlıyor. Başkalarını yalan söylemekle suçluyor. Bütün bu süreçte kendinden çok emin. Aklınız karışıyor.

Bu bir güç savaşı aslında.

Akla ilk gelen aldatan ve aldattığına dair tezleri çürütmeye çalışan kişi oluyor genellikle ama, bir yöneticiniz, arkadaşınız veya akrabanız da olabilir bu.

İşin anahtarı bu kişiyi ve kullandığı taktikleri fark etmek. Farkındalık artınca, güven sarsılınca, bu kişinin en önemli silahı elinden alınmış oluyor. Taktikler de işe yaramıyor.

Kapanı fark etmiş ve yakalanmamış oluyoruz.

Aklınıza kimse geldi mi?

shutterstock_504172903

Seans Odasında Neler Oluyor? Terapi Neden İşe Yarıyor?

Bu soruların 90 saniye içinde okunabilecek kısa cevabı şöyle…

İnsan beyninin birbirine paralel çalışan iki bölümü var:

Biri, hayatta kalabilmemiz için, kaşla göz arasında karar almamızı sağlayan ‘sürüngen beynimiz’.

Diğeri de ilişkilerle, ahlakla, kurallarla ilgilenen ‘memeli beynimiz’.

Sürüngen beynimiz çok erken gelişiyor ve çok hızlı. Çalıştığının bilincinde değiliz. O hatırlamadığımız bebeklik, çocukluk deneyimlerimizin bir çoğu burada kayıtlı mesela.

Memeli beynimiz daha geç gelişiyor ve görece daha yavaş – yarım saniye kadar.

İşte ne oluyorsa bu yarım saniyede oluyor.

Mesela, diyelim ki bir arkadaşımız bize başka bir şehre taşınmaya karar verdiğini söyledi. Önce, biz farkında bile olmadan beynimiz, hafızamızı, bedenimizi, duygularımızı hızla tarar ve duyduğumuz bilgiyle ilgili veri toplar. Biz arkadaşımızın söylediklerinin farkına vardığımızda, bu yarım saniyelik süre geçmiş, bilgi beyinde birçok açıdan değerlendirilmiş, en eski hatıralar bile taranmış ve tepkiler tetiklenmiş olur.

Çünkü sürüngen beynimiz bizi hayatta tutmak için hızla harekete geçmiştir. Durum, küçük veya büyük, ne olursa olsun, beyin bir sebeple bizim için stres kaynağı olabileceğine karar verdiyse, bedenimize savaş ya da kaç emri vermiştir bile.

“Anı yaşıyorum” dediğimizde, aslında yarım saniye rötarlı yaşıyoruz!

Biz yarım saniye sonra davranış seçeneklerimizi gözden geçirirken, aslında geçmişten gelen bir sürü yanlış anlama, varsayım, inanç ve eksik bilgi hiç farkında olmasak da tepkimize temel oluşturmuş olabilir. Geçen yarım saniyenin içine büyük bir önyargı girebilir.

Arkadaşımızın taşınmasına dönecek olursak, yüzümüzde kocaman bir gülümsemeyle onu tebrik ederken birden ter döktüğümüzü ve nabzımızın hızlandığını fark edebilir ama buna o anda mantıklı bir anlam veremeyebiliriz mesela.

Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, algılamamız sandığımız kadar tarafsız değil.

Ancak artık beynin şekillendirilebilir olduğunu da biliyoruz. Beyni şekillendiren, deneyimler. Bu deneyimler anne karnında başlıyor ve ömür boyu devam ediyor. Beyin hepsini kaydediyor. Seans odasında olanlar da aslında birer deneyim.

Peki asıl sorumuza dönelim – terapi neden işe yarıyor?

Terapide eğitimli bir göz, bizi kısıtlayan varsayımlarımızı sorgular, beynimizin bilgileri nasıl bir önyargı süzgecinden geçirdiğini gözlemler ve yeni bakış açıları getirerek bu kapalı mantık sistemini bozmayı hedefler. Beynin farklı bölümlerinin entegre olmasını, bir bütün olarak işlemesini sağlamak için çalışır.

Seans odasında, biz farkında olmadan, beyindeki sinir hücreleri aktive olur, aralarında yeni bağlantılar kurulur, yeni şebekeler oluşur.

Bastırılmış duygular, anılar, zamanla su yüzüne çıkar, farklı bir gözle yeniden çerçevelenir.

Varsa bir illüzyonun kabukları tek tek, azar azar, sindirilebilir lokmalar halinde soyulur.

Tabii bütün bunlar, temeli ebeveyn-çocuk bağına dayanan, güvenli bir terapötik ilişki kurulduktan sonra gerçekleşebilir. Irvin Yalom’un da söylediği gibi, aslında iyileştiren, ilişkidir.

fullsizerender

Ayrılık Mevsimi

Ocak ayı, ayrılık mevsimi. İstatistikler böyle söylüyor.

Ayrılmayı düşünen kişilerin randevu için psikologların, boşanma ve aile avukatlarının en çok kapısını çaldıkları dönem. Online arkadaşlık sitelerinde trafiğin en yoğun olduğu zaman.

Bir yanda yeni yıla ‘aile’ olarak birlikte girme isteği, böyle bir günde ayrılık konusunu açmama, aileyi üzmeme güdüsü, diğer yanda da yeni bir takvim yılının kamçıladığı yeni kararlar alma, yeni adımlar atma, yeni bir başlangıç yapma arzusu neden olabiliyor ayrılık konusunun Ocak ayında gündeme gelmesine.

Bazen başka çiftlerle yapılan kutlama veya seyahatler, hatta sosyal medya paylaşımları bile, kendi ilişkimizi diğer ilişkilerle karşılaştıracağımız bir temel oluşturup çeşitli sorgulamaları tetikleyebiliyor. Bazen beklentilerimiz o kadar farklı oluyor ki, bu bile tek başına eşlerden birinde hayal kırıklığı yaratmaya yetiyor.

Yapılan masraflar stres seviyemizi artırabiliyor, anlaşmazlıkları pekiştirebiliyor.

Bazen Ocak ayını beklemenin tek nedeni zamların açıklanması, primlerin yatırılmış olması oluyor.

Anlayacağınız olası sebep çok.

Ocak ayının ilk Pazartesi günü (bugün!) birçok yabancı kaynakta “Divorce Monday” yani Boşanma Pazartesi’si olarak anılıyor. Ocak ayı ise “Divorce Month” yani Boşanma Ayı olarak. Gerçekte kastedilen aslında Ocak-Mart dönemi.

Boşanmak çok kolay. Bir hafta içinde boşanabilirsiniz.

Ancak boşanmış olup keşke boşanmasaydım diyen çiftler olduğu gibi, fırtınalı bir dönemi boşanmamayı seçerek atlatabilmiş olan mutlu çiftlerin sayısı da oldukça fazla.

Madem ayrılık mevsimindeyiz, benim önerim kararları aceleye getirmemek.

Herhangi bir adım atmadan önce çift ve aile terapisi konusunda eğitim almış, tecrübeli bir uzmana başvurmak.

Gün gün, adım adım gitmek.

2017 tatsız başladı. Devamının sağlıkla, huzurla, barışla gelmesi dileğiyle…

shutterstock_344285852

Açık Pozisyon: CBO

Son yıllarda şirketlerin ‘C-Suite’ olarak adlandırılan üst yönetim kademesinde birçok yeni pozisyon çıkar oldu karşımıza: Önce CEO’lar (Chief Executive Officer) vardı, ardından CFO’lar (Chief Financial Officer), COO’lar (Chief Operating Officer) geldi; sonra CHRO’lar (Chief Human Resources Officer), CLO’lar (Chief Learning Officer), CIO’lar (Chief Information Officer), CTO’lar (Chief Technology Officer), CRO’lar (Chief Risk Officer), CKO’lar (Chief Knowledge Officer), CMO’lar (Chief Marketing Officer), CSO’lar (Chief Sales Officer) hatta artık CDO’lar (Chief Diversity Officer), CCO’lar (Chief Creative Officer)… say say bitmiyor!

CBO, yani Chief Behavioral Officer, bu pozisyonların en yenisi.

İçinde yaşadığımız dönem, bazı kaynaklarda davranış bilimlerinin altın çağı olarak nitelendiriliyor. Kurumsal hayattaki bu yeni akım da aslında bunun göstergesi.

Bir CBO ne iş yapar?

Psikoloji, sosyoloji gibi davranış bilimlerindeki uluslararası, akademik araştırmaları yakından takip eder. Bu araştırmaların sonuçlarından hem çalışan hem de müşteri ilişkileri boyutlarında faydalanılmasını sağlar.

Hem İnsan Kaynakları, hem de Pazarlama ve Satış ekipleriyle yakın temas halinde çalışır.

Her türlü kurumsal stratejinin, insan davranışlarıyla ilgili bu araştırma sonuçlarından beslenerek oluşturulduğundan emin olur.

Hedeflenen yalnızca tüketici davranışlarının değil, personel davranışlarının (ve bu noktada aslında yalnızca insan kaynaklarının değil, psikolojik kaynakların) etkin yönetimidir.

CBO pozisyonunun varlığı, gerçekten de davranış bilimlerinin strateji belirleme noktasında artan değer ve etkisinin göstergesi. Bugüne kadar yapılan atamalar arasında en çok ses getireni herhalde Dan Ariely’nin CBO olarak Lemonade adlı sigorta şirketine katılması.

Bakalım Türkiye’nin ilk CBO ataması ne zaman olacak…

shutterstock_338429702

Yeni bir Yetkinlik: Romantik Yetkinlik!

Kariyerimin önemli bir bölümünü yetkinliklerle içli dışlı geçirdim – yetkinlik yazdım, yetkinlik araştırdım, en çok da yetkinlik eğitimi verdim. İletişim, ekip çalışması, problem çözme, adaptasyon… değerlendirmediğim yetkinlik kalmadı diye düşünürdüm. Son zamanlarda ise bugüne kadar hiçbir kılavuzda karşıma çıkmayan yeni bir yetkinlik var üzerinde çalıştığım: Romantik yetkinlik!

Kurumsal ortamda yetkinlikleri değerlendirmek görece kolaydır – çünkü zaten yetkinlikleri tanımlayan, farklı seviyelerdeki davranış göstergelerine kadar detaylandıran kitapçıklar olur elinizde. Halbuki insan ilişkilerinde romantik yetkinliği değerlendirmek bu kadar kolay değil.

Romantik yetkinlik, sağlıklı ilişkiler kurabilmemiz ve sürdürebilmemiz için sahip olmamız gerektiği tespit edilmiş olan yepyeni bir yetkinlik. Romantik yetkinliğe sahip kişiler, ilişkilerinde kendilerini daha fazla tatmin olmuş hissediyor, daha sağlıklı kararlar alabiliyor ve kendilerine değer verildiğini, özel olduklarını hissediyor. Romantik olarak yetkin kişiler eşlerine ihtiyaç duydukları desteği sağlayabiliyor. Kaygı azalıyor. Hayattan daha fazla keyif alınıyor.

Romantik yetkinliğin üç ana yapı taşı var. Birincisi kavrama – örneğin akşam eve geldiğinizde sabırsızlığınızın altında aslında o gün işyerinde yaşadığınız olumsuz bir olayın yattığını fark edebilme, kavrayabilme becerisi. İkinci yapı taşı karşılıklılık – eşimizin de, bizim de isteklerimiz, ihtiyaçlarımız olduğunun ve her ikisinin de önemli olduğunun farkındalığı. Üçüncüsü ise duygu regülasyonu – karşılaşılan zorluklar karşısında duygularımızı regüle edebilme, ayarlayabilme ve doğru bakış açısıyla yaklaşabilme becerisi. Romantik yetkinliğe sahip kişiler, bu üç beceriyi de kullanabiliyor.

Kendinizin, ilişkinizin romantik yetkinliğini dürüstçe değerlendirebilir misiniz?

Kaygı: Zeki İnsanların Zindanı!

Bu hafta sanki herkes “kaygı” şalterini indirmek istiyor. Özel hayatındaki, iş hayatındaki ve genel koşullardaki olumsuzluklar üst üste geldiğinde soluğu yanımda alanlar sık sık soruyor: Zihnimdeki –genellikle olumsuz– düşünce akışını nasıl durdurabilirim?

Ben de soruya soruyla cevap veriyorum: Bu düşünce akışını durdurmak istediğinden emin misin?

Yapılan araştırmalar, zeka düzeyi daha yüksek kişilerin kaygı düzeylerinin de daha yüksek olduğunu söylüyor. Endişe yaratan durumun alternatif sonuçlarını öngörmek, olası farklı senaryolar üreterek hayatımızdaki etkilerini değerlendirebilmek, bu sonuçlara hazırlıklı olmaya çalışmak kaygı yaratıyor. Yani kaygı, zeka belirtisi olabiliyor. Ben artık kaygılanmak istemiyorum diyenlere tekrar soruyorum: Emin misiniz?

Kaygılı zihin bazen bir ‘zindan’ gibi gelse de, bu alternatif senaryoları üretmemek, onlara hazırlık yapmamak performansımızı etkilemeyecek mi? Belirli bir ölçüde, kaygılarımız başarılarımızı da doğuruyor, bizi biz yapıyor. Kronik bir durumdan, bir kaygı bozukluğundan bahsetmiyorsak eğer, başarımızın sırrı, süper gücümüz aslında “kaygı” olabilir mi?

Peki hayatı kolaylaştırmak için ne yapacağız o zaman?

Tabii ki elimizdeki verileri iyi değerlendirmek. Ürettiğimiz alternatif senaryoların gerçekçi olduğundan emin olmak. “Neden?” değil, “Nasıl?” ile başlayan sorular sormak. Geçmişe değil, bugüne ve geleceğe odaklanmak. Yapabileceklerimiz ve yapamayacaklarımız konusunda dürüst olmak; gerektiğinde kabullenmek. Somut, gerçekçi hedefler belirlemek. Pozitif düşünce şalterini açmak. Yapıcı ve aksiyona yönelik düşünce akışını izlemek. Duyguların misafir olduğunu, geldikleri gibi, bir süre sonra gittiklerini unutmamak. İstediğin sonucu görselleştirmek. Bu sonuca yönelik aksiyon almak. Bol bol hareket etmek, spor yapmak. Zihnimizi tamamen meşgul edecek farklı aktivitelere zaman ayırmak. Bir de bardağımız taştığında, profesyonel destek almak.

 

İlgili yazılar:

İş Hayatında Kaygı (Sizin Şirket Psikoloğunuz Var mı?)

Kaygı: Pozitif Düşünce Şalteri Atınca

 

www.aktosun-koseoglu.com

 

SOFRADA NE KONUŞALIM?

Önümüz bayram. Sofralar kurulacak, aile yemekleri yenecek, sohbetler edilecek.

Sorulan sorulara verdikleri “Evet.”, “Hayır.”, “İyi.”, “Tamam.” gibi kısa cevaplar dışında pek sesi soluğu çıkmayan  aile üyeleriyle baş etmek (ki bunlar canı sıkılmış ergenler kadar elinden telefonunu düşüremeyen ebeveynler de olabilir!), sofraları daha neşeli hale getirmek için bazı öneriler paylaşmak istiyorum.

Bu vesileyle en popüler blog yazılarımdan biri olan “Akşam Yemeğe Geliyor Musun?” yazısında bahsettiğim “The Family Dinner Project” (Aile Akşam Yemeği Projesi) kitabında ve projenin internet sitesinde önerilen bazı aktiviteleri hatırlatmak ve yeniden (ve şiddetle!) önermek istedim.

20 SORU

Bir aile üyesi, ailece paylaştıkları bir anıyı düşünür. Diğer aile üyeleri sırayla sorular sorarak aklında tuttuğu anının hangisi olduğunu tahmin etmeye çalışır: Tatilde miydik? Yemeğe mi çıkmıştık? Komik miydi? Başka insanlar da var mıydı?

HİKAYE YARATMA

Ufak kağıtlara çeşitli kelimeler yazılır ve hepsi bir kutuya konulur. Her aile üyesi bir kağıt seçer. Seçilen kelimeleri kullanarak hep birlikte bir hikaye oluşturulur.

KULAKTAN KULAĞA

Bu bir klasik! Bir kişi seçtiği bir cümleyi yanındakinin kulağına fısıldar ve sırayla kulaktan kulağa bütün masa devam eder. En son kişi yüksek sesle duyduğu cümleyi tekrar eder. Cümlenin ne kadar değişmiş olduğuna bakılır.

TERCİH

Sırayla birbirinize tercih soruları sorabilirsiniz. Örneğin:

  • Telefonsuz yaşamayı mı tercih ederdin, televizyonsuz mu?
  • Kaybeden takımın en iyi oyuncusu olmayı mı tercih ederdin, kazanan takımın en kötü oyuncusu olmayı mı?
  • Uçabilmeyi mi tercih ederdin, görünmez olmayı mı?
  • Geçmişte yaşamayı mı tercih ederdin, gelecekte yaşamayı mı?
  • At olmayı mı tercih ederdin, tavşan olmayı mı?
  • Bir tabak solucan yemeyi mi tercih ederdin, bir tabak çekirge yemeyi mi?
  • Ellerinin yerinde ayaklarının olmasını mı tercih ederdin, ayaklarının yerinde ellerinin olmasını mı?
  • Uzayda yaşamayı mı tercih ederdin, denizin altında mı?

SOHBET KAVANOZU

Ufak kağıtlara önceden çeşitli sorular yazılır ve hepsi bir kavanoza doldurulur. Her bir aile bireyi bu kağıtlardan birini çeker ve cevap verir. Örneğin:

  • “En iyi arkadaşın kim?”
  • “Ailemizle ilgili en sevdiğin anın hangisi?”
  • “İsminin nasıl / neden seçildiğini biliyor musun?”
  • “Üç dileğin olsa, ne dilerdin?”
  • “En sevdiğin özelliğin hangisidir?”
  • “Kendini en rahat hissettiğin yer neresi?”
  • “Hep aynı yaşta kalabilecek olsan, hangi yaşta kalırdın? Neden?”

… HAKKINDA EN SEVDİĞİM 20 ŞEY

Bir konu seçin (veya aklınıza gelen konuları ufak kağıtlara yazıp bir kavanoza koyduktan sonra kura çekin). Sofrada oturan her kişi o konuda en çok neyi sevdiğini söylesin. Konu bir yer, bir mevsim hatta bir kişi dahi olabilir. Hatta söylenenleri yazıp saklarsanız 5, 10, hatta 20 yıl sonra açıp hatırlamak eğlenceli olabilir!

İyi bayramlar, keyifli sofralar!

Kaynak: http://thefamilydinnerproject.org

img_0019