“İş ortağımla çift terapisine başladık.”

Evet, doğru okudunuz. Ve iddia ediyorum, bu cümleyi giderek daha fazla duyacaksınız.

Yaklaşık 20 senelik kurumsal iş tecrübesinden sonra çift ve aile terapisi üzerine uzmanlaşmış bir psikolog olarak şunu kesinlikle söyleyebilirim: Çift terapisine gelmek için romantik bir ilişkiniz olması gerekmiyor! İster evli bir çift olun, ister sevgili olun, ister ebeveyn-çocuk, ister kardeş, ister arkadaş, ister iş ortağı veya çalışma arkadaşı olun, terapide çalışılan konu, iki insanın arasındaki ilişki olacaktır. Bunu “çift terapisi” veya “evlilik terapisi” değil, “ilişki terapisi” olarak isimlendirmek daha doğru.

Stanford Business School da bunu fark etmiş olacak ki müfredatında popüler bir grup terapisi dersi ve zorunlu okumalarının arasında Türkçe’ye de çevrilmiş olan John Gottman’ın “Evliliği Sürdürebilmenin Yedi İlkesi” kitabı var. Bu benim terapi için gelen birçok çifte önerdiğim bir kitap – içinde yöneticiler için de faydalı olabilecek tespitler var.

Önce iş ortaklıklarını ele alalım. Prensesin prensle evlenip sonsuza kadar mutlu yaşadığı masallarla büyümüş bir nesil olarak çoğumuz o masalların aslında hep mutlu sonla bitmediğini zor yoldan da olsa öğrenmiş durumdayız. Batılı ülkelerde boşanma oranları ilk evlilikler için %67’lere kadar çıkmışken ortaklıklardaki ayrılma istatistikleri daha beter: %80. Ne yazık ki ortaklıkların sona erme sebeplerinin başında ilişki sorunları geliyor. Başta akrabalık olmak üzere, üzerinde fazla düşünmeden, üstünkörü verilmiş ortaklık kararları da bu sonucu tetikliyor.

Şöyle düşünün: Biriyle tanışır tanışmaz onunla evlenir misiniz? Önce birbirinizi tanırsınız, duygularınızı tartarsınız, ideal olarak zamanla arkadaşlığınız ilişkiye dönüşür. İş ortamında da böyle olması gerekmez mi? Önce kendimizi, sonra iş ilişkisine gireceğimiz kişiyi tanımamız, birbirimizi tamamlayıp tamamlamadığımızdan emin olmamız gerekir. Bu kişiyle rahat iletişim kurabiliyor muyuz, değerlerimiz aynı mı, yanında rahat ediyor muyuz, hatta birlikte eğleniyor muyuz diye bakmak lazım.

Evlilik öncesi anlaşmaları (duruma göre, sözlü ve/veya yazılı) her zaman öneririz. Aynı şey ortaklıklar için de geçerli. “Balayı” döneminde tatsız detaylara girmemek için sık sık kaçınılan bir konu olsa da, bu anlaşmalar uzun vadede hayatı kolaylaştırıyor. Halbuki hazırlanacak detaylı bir ortaklık sözleşmesi, karşılıklı beklentileri, ortaklığı sürdürme ve sona erdirme şartlarını en baştan netleştirecektir.

Haftada bir baş başa randevulaşmak, çift terapisinde yine sık sık önerdiğimiz bir yöntem. Aynı şeyi iş ortakları veya yakın iş ilişkileri için de öneriyoruz mesela. Bazen iş ortamı dışında buluşmak, konuşmak, belirli bir gündem olmasa bile ilişkiye iyi geliyor. Unutmayın, insanlar zamanla değişiyor. Öncelikler değişiyor, bakış açıları değişiyor. Duygular ifade edilmedikçe birikip hayal kırıklıklarına, kırgınlıklara dönüşüyor.

Yalnızca ortaklık da şart değil; çalışma arkadaşlarımızla eşimizden daha fazla zaman geçiriyoruz. Para, ki boşanmaların da en önemli sebebidir, hep gündemde oluyor. Evliliğe göre iş ilişkilerinin faydaları da daha az (cinsellik yok)! Anlaşmazlıkları çözmek için bazen kaçacak yer kalmıyor.

İnsan sosyal bir canlı. Harvard Üniversitesi tarafından 1938 yılından beri yürütülen yetişkin gelişimine dair araştırmadan ne öğrendik – insanları en mutlu eden ve sağlıklı kılan şey, yıllarca süregelen anlamlı insan ilişkileriymiş. Bu ilişki eşinizle olabiliyor, sevgilinizle olabiliyor, kardeşlerinizle olabiliyor, büyümüş çocuklarınızla olabiliyor, yaş almış ebeveynlerinizle olabiliyor, az sayıda yakın arkadaşınızla olabiliyor, bir de ortaklarınız veya uzun süreli çalışma arkadaşlarınızla olabiliyor. Az ve öz birkaç temel ilişki – hayatın inişlerini de, çıkışlarını da paylaşmak için.

İlişkilerimizi sağlamlaştırabilmek için kritik olan konu ise, çatışma yönetimi. Çatışmalar sırasında uygulamamız gereken aktif dinlemek, duygularımızı açık bir şekilde ifade etmek gibi temel iletişim becerilerini zaten biliyoruz.

Peki çift terapisi lensinden işyerinde meydana gelen bir çatışmaya baktığımızda nelere odaklanabiliriz:

  • Çatışmaya başlarken sert bir başlangıç yapmayın. Sert bir çıkışla başlayan tartışmalar öyle devam ediyor ve yapıcı bir sonuç vermiyor.
  • Gottman’ların “mahşerin dört atlısı” olarak isimlendirdikleri eleştiri, hor görme, kendini savunma ve duvar örme tepkilerinden uzak durun. Zaten konu sert bir başlangıçla açıldıysa, bunun devamında –konuya değil– karşımızdaki kişiye yönelik bir eleştirinin yapılması, iğneleyici sözlerin sarf edilmesi neredeyse kaçınılmaz olur. Bu tepkiler uzlaşmacı değil, saldırgan tepkilerdir. Kişisel eleştiri karşısında savunmaya geçersek ise bu savunma “sorun bende değil, sende” mesajı verir ve gerilimi arttırır. Dördüncü atlı olan duvar örmede ise yüzleşmek yerine en sonunda taraflardan biri iletişimi tamamen keser. Lütfen ortağınıza da, eşinize de küsmeyin!
  • Sorumluluk alın. Duygusal olarak yükseldiğinizde bunu fark edin ve kendinizi sakinleştirmenin bir yolunu bulun. Gerekirse konuşmayı erteleyin.
  • Beden dilinizin ve ses tonunuzun farkında olun. Unutmayın, karşı tarafın algısını kullandığınız kelimelerden çok, beden diliniz ve ses tonunuz etkiler.
  • Antenlerinizi açık tutun. Karşı taraftan gelen çözüm veya onarma önerilerini fark ettiğinizden emin olun. Gerçekten dinleyin – cevap vermek için değil, anlamak için.
  • Karşınızdaki kişiyi değil, tartışılan konuyu çerçeveleyin. Kişiye değil, konuya odaklanın. Ben dili kullanın.
  • Bir de unutmayın, hepimiz insanız. Zaman zaman hata da yapabiliriz.

Gottman’ların araştırmalarına göre mahşerin dört atlısının tek başına varlığı bile boşanmaları %82’lik bir isabetle belirliyor. Bu iş ilişkileri için de pek iyi bir haber değil!

Söz konusu evlilik olunca düşünmemiz gereken çocuklarımız oluyor. Söz konusu iş ortamı olduğunda ise çalışanlarımız ya da müşterilerimiz.Günümüzde Google, Cisco gibi büyük uluslararası firmaların, çalışanlar arasındaki çatışmaları çözmek için psikologlara başvurdukları biliniyor. İşlerin sarpa sarmasını beklemeden destek almak, hem çift terapisinde, hem de bir şirket psikoloğu ile yapılan çalışmalarda işin anahtarı.

Sizi ilişki terapisine bekliyoruz – ilişkinizin niteliği ne olursa olsun!

 

rawpixel-com-340972

Tartışma Sanatı

Önce Yansıt, Sonra Ne Dersen De!” başlıklı blog yazımdan beri özellikle çiftlerden çatışmalar sırasında kullanabilecekleri doğru tartışma tekniği konusunda daha fazla soru gelmeye başladı. Bu yöntemi yalnızca sevgilinizle, eşinizle değil, iş ve arkadaş ilişkilerinde de uygulayabilirsiniz. İşte doğru tartışmanın beş altın kuralı:

  1. Kendinizi “ben” diliyle ifade edin.
  2. Yalnızca fikirlerinizi değil, duygularınızı da dile getirin.
  3. Bir konuyla ilgili olumsuz duygularınızdan, endişelerinizden bahsediyorsanız, aynı konuyla ilgili olumlu duygularınızdan da söz edin.
  4. Genellemelerden kaçının. Kurduğunuz cümleler doğrudan konuyla ilgili olsun ve spesifik örnekler, detaylar içersin.
  5. Paragraflar halinde konuşun. Yani bir fikri dile getirin, sonra devam etmeden önce karşınızdaki kişiye konuyu düşünüp değerlendirmesi ve gerekirse yanıt vermesi için zaman verin. Uzun süre durmadan konuşmak, karşınızdakinin sizi etkin dinlemesini zorlaştıracaktır.

Konu açılmışken, doğru dinlemenin de beş altın kuralı var!

  1. Anlatılanları dinlediğinizi beden dilinizle, ses tonunuzla, duruşunuzla belli edin. Onun farklı bir bakış açısı olabileceğini kabullenin.
  2. Kendinizi karşınızdaki kişinin yerine koyarak empati kurmaya çalışın. Onun yerinde olsaydınız siz ne hissederdiniz, düşünün.
  3. Karşınızdaki kişi konuşmayı bitirdiğinde önce anlattıklarını, ne anladığınızı özetleyin; yani ayna tutun, yansıtın.
  4. Hemen çözüm üretmeyin. Önce dinlediğinizi, anlattıklarını duyduğunuzu gösterin.
  5. Yargılamayın.

Unutmayın ki sesimizi, kendimizi duyulmamış hissettiğimizde yükseltiriz.

Bu kuralları karşılıklı olarak uyguladığınızda, aynı fikirde olmasanız bile, kendinizi duyulmuş, anlaşılmış ve fikirlerine değer verilmiş hissedeceksiniz.

Bir deneyin!

 

cloudvisual-208962

“Çocukken utanmayı öğrendim, büyüyünce kaygıyı.”

Utanmayı sonradan öğreniriz. Doğuştan hissedilen bir duygu değildir.

Utanmayı bize annemiz, babamız, yakınlarımız öğretir.

Özgürce hareket eden, araştıran çocuk, ‘ayıp’ kelimesini duyunca donakalır, geri çekilir, hatta ürker. Kötü bir niyetleri yoktur aslında; bizi korumak için öğretirler utanmayı.

Size kim öğretmişti?

“Hayır” derler, “yapma” derler, “olmaz” derler.

Uğraşmak istemeyen ebeveyn de böyle der, mükemmeliyetçi ebeveyn de.

Herşey kararında iyi, hoş.

Yalnız, aman dikkat: Utanç duygusu disiplin aracı olarak sık kullanılırsa, uzun vadede sorun çıkıyor.

Çocuklarını sık sık eleştiren veya azarlayan ebeveynlerin çocukları, büyüdükçe kaygılı yetişkinlere dönüşüyor. Ancak kurallara uyduğu zaman içi rahat eden, mükemmeliyetçi, başkalarını memnun etmek için çaba gösteren, kendi istek ve ihtiyaçlarını ikinci plana atan (hatta unutan) yetişkinlere hem de.

Bu çocuklar okula başladıklarında kaygı seviyeleri giderek artar, çünkü başarısız olma ihtimallerini arttıran sınavlar, projeler, değerlendirmeler, yarışmalar girer hayatlarına – doğru, kabul gören, mükemmel davranışı bulmak, sergilemek zorlaşır.

Her çocuk, bu kaygıyla baş etmek için bir savunma mekanizması geliştirir.

Yalnızca utangaç çocuklar gelmesin gözünüzün önüne.

Bazen bu kaygı kızgınlığa dönüşür mesela.

Bazen aşırı titiz, mükemmeliyetçi çocuklar olurlar ilk günden itibaren.

Bazen de kendi ihtiyaçlarını perdelemek için başkalarına destek olmaya başlarlar.

Yetişkinlikte seçtikleri partnerler ya ihmal eder onları, ya da kullanır, istismar eder.

Çocukken sussun, otursun, fazla sesi soluğu çıkmasın, kurallara uysun, zorluk çıkarmasın, ama yetişkin olduğunda tuttuğunu koparan, karar alabilen, inisiyatif kullanabilen, istek ve ihtiyaçlarını açık bir şekilde ifade edebilen biri olsun – bu denklem böyle işlemiyor.

Çocuklarımızın kendilerini öncelikli, kıymetli, sevilmeye değer hissetmelerini sağlamak, araştıran, ifade eden, sorgulayan taraflarını törpülememek, desteklemek en önemli görevimiz.

Tabii ki onlara doğruyu, yanlışı öğreteceğiz – yalnız bir şey için “hayır”, “olmaz”, “ayıp” derken bunu kendi rahatımız için mi yapıyoruz, yoksa gerçekten yapmaması gereken bir şey mi, bir durup düşünelim önce. Özellikle çocuklara “ayıp” denildiğini duyunca benim içimde sanki bir alarm çalıyor her seferinde. Kime ayıp? Neden ayıp?

Bize öyle söylendi demek, ailelerimizden böyle gördük demek, doğru demek mi? Önce düşünelim, sonra da çocuklarla açık açık konuşalım, anlatalım. Konuları geçiştirmeyelim.

Biz kaygılı bir nesiliz.

Çocuklarımız olmasın.

shutterstock_454284454

Yeni bir Yetkinlik: Romantik Yetkinlik!

Kariyerimin önemli bir bölümünü yetkinliklerle içli dışlı geçirdim – yetkinlik yazdım, yetkinlik araştırdım, en çok da yetkinlik eğitimi verdim. İletişim, ekip çalışması, problem çözme, adaptasyon… değerlendirmediğim yetkinlik kalmadı diye düşünürdüm. Son zamanlarda ise bugüne kadar hiçbir kılavuzda karşıma çıkmayan yeni bir yetkinlik var üzerinde çalıştığım: Romantik yetkinlik!

Kurumsal ortamda yetkinlikleri değerlendirmek görece kolaydır – çünkü zaten yetkinlikleri tanımlayan, farklı seviyelerdeki davranış göstergelerine kadar detaylandıran kitapçıklar olur elinizde. Halbuki insan ilişkilerinde romantik yetkinliği değerlendirmek bu kadar kolay değil.

Romantik yetkinlik, sağlıklı ilişkiler kurabilmemiz ve sürdürebilmemiz için sahip olmamız gerektiği tespit edilmiş olan yepyeni bir yetkinlik. Romantik yetkinliğe sahip kişiler, ilişkilerinde kendilerini daha fazla tatmin olmuş hissediyor, daha sağlıklı kararlar alabiliyor ve kendilerine değer verildiğini, özel olduklarını hissediyor. Romantik olarak yetkin kişiler eşlerine ihtiyaç duydukları desteği sağlayabiliyor. Kaygı azalıyor. Hayattan daha fazla keyif alınıyor.

Romantik yetkinliğin üç ana yapı taşı var. Birincisi kavrama – örneğin akşam eve geldiğinizde sabırsızlığınızın altında aslında o gün işyerinde yaşadığınız olumsuz bir olayın yattığını fark edebilme, kavrayabilme becerisi. İkinci yapı taşı karşılıklılık – eşimizin de, bizim de isteklerimiz, ihtiyaçlarımız olduğunun ve her ikisinin de önemli olduğunun farkındalığı. Üçüncüsü ise duygu regülasyonu – karşılaşılan zorluklar karşısında duygularımızı regüle edebilme, ayarlayabilme ve doğru bakış açısıyla yaklaşabilme becerisi. Romantik yetkinliğe sahip kişiler, bu üç beceriyi de kullanabiliyor.

Kendinizin, ilişkinizin romantik yetkinliğini dürüstçe değerlendirebilir misiniz?

SOFRADA NE KONUŞALIM?

Önümüz bayram. Sofralar kurulacak, aile yemekleri yenecek, sohbetler edilecek.

Sorulan sorulara verdikleri “Evet.”, “Hayır.”, “İyi.”, “Tamam.” gibi kısa cevaplar dışında pek sesi soluğu çıkmayan  aile üyeleriyle baş etmek (ki bunlar canı sıkılmış ergenler kadar elinden telefonunu düşüremeyen ebeveynler de olabilir!), sofraları daha neşeli hale getirmek için bazı öneriler paylaşmak istiyorum.

Bu vesileyle en popüler blog yazılarımdan biri olan “Akşam Yemeğe Geliyor Musun?” yazısında bahsettiğim “The Family Dinner Project” (Aile Akşam Yemeği Projesi) kitabında ve projenin internet sitesinde önerilen bazı aktiviteleri hatırlatmak ve yeniden (ve şiddetle!) önermek istedim.

20 SORU

Bir aile üyesi, ailece paylaştıkları bir anıyı düşünür. Diğer aile üyeleri sırayla sorular sorarak aklında tuttuğu anının hangisi olduğunu tahmin etmeye çalışır: Tatilde miydik? Yemeğe mi çıkmıştık? Komik miydi? Başka insanlar da var mıydı?

HİKAYE YARATMA

Ufak kağıtlara çeşitli kelimeler yazılır ve hepsi bir kutuya konulur. Her aile üyesi bir kağıt seçer. Seçilen kelimeleri kullanarak hep birlikte bir hikaye oluşturulur.

KULAKTAN KULAĞA

Bu bir klasik! Bir kişi seçtiği bir cümleyi yanındakinin kulağına fısıldar ve sırayla kulaktan kulağa bütün masa devam eder. En son kişi yüksek sesle duyduğu cümleyi tekrar eder. Cümlenin ne kadar değişmiş olduğuna bakılır.

TERCİH

Sırayla birbirinize tercih soruları sorabilirsiniz. Örneğin:

  • Telefonsuz yaşamayı mı tercih ederdin, televizyonsuz mu?
  • Kaybeden takımın en iyi oyuncusu olmayı mı tercih ederdin, kazanan takımın en kötü oyuncusu olmayı mı?
  • Uçabilmeyi mi tercih ederdin, görünmez olmayı mı?
  • Geçmişte yaşamayı mı tercih ederdin, gelecekte yaşamayı mı?
  • At olmayı mı tercih ederdin, tavşan olmayı mı?
  • Bir tabak solucan yemeyi mi tercih ederdin, bir tabak çekirge yemeyi mi?
  • Ellerinin yerinde ayaklarının olmasını mı tercih ederdin, ayaklarının yerinde ellerinin olmasını mı?
  • Uzayda yaşamayı mı tercih ederdin, denizin altında mı?

SOHBET KAVANOZU

Ufak kağıtlara önceden çeşitli sorular yazılır ve hepsi bir kavanoza doldurulur. Her bir aile bireyi bu kağıtlardan birini çeker ve cevap verir. Örneğin:

  • “En iyi arkadaşın kim?”
  • “Ailemizle ilgili en sevdiğin anın hangisi?”
  • “İsminin nasıl / neden seçildiğini biliyor musun?”
  • “Üç dileğin olsa, ne dilerdin?”
  • “En sevdiğin özelliğin hangisidir?”
  • “Kendini en rahat hissettiğin yer neresi?”
  • “Hep aynı yaşta kalabilecek olsan, hangi yaşta kalırdın? Neden?”

… HAKKINDA EN SEVDİĞİM 20 ŞEY

Bir konu seçin (veya aklınıza gelen konuları ufak kağıtlara yazıp bir kavanoza koyduktan sonra kura çekin). Sofrada oturan her kişi o konuda en çok neyi sevdiğini söylesin. Konu bir yer, bir mevsim hatta bir kişi dahi olabilir. Hatta söylenenleri yazıp saklarsanız 5, 10, hatta 20 yıl sonra açıp hatırlamak eğlenceli olabilir!

İyi bayramlar, keyifli sofralar!

Kaynak: http://thefamilydinnerproject.org

img_0019

Siz Neye Bağımlısınız?

Bağımlılık deyince aklınıza ne geliyor? Sigara? Alkol? Uyuşturucu? Kumar? Seks? Alışveriş? Bir de sosyal olarak daha kabul edilebilir bağımlılıklarımız var. Onlara o kadar alışmışız ki bağımlı olduğumuzun bile farkında değiliz belki. Mesela yemek, çay, kahve, gazlı içecekler, şeker, çikolata? Ya da iş, spor, adrenalin, aşk, telefon, televizyon, bilgisayar oyunları, hatta selfie çekmek? Siz neye bağımlısınız?

Bir davranışı istediğimizden daha sık tekrarlıyorsak, olumsuz etkilerine rağmen devam ediyorsak, davranışı bırakma ya da azaltma girişimlerimiz boşa gidiyorsa, sorumluluklarımıza ayıracağımız vakti bu davranışa ayırıyorsak, hatta sıklığını ve yoğunluğunu artırıyorsak, yapamadığımızda kendimizi huzursuz, sinirli hissediyorsak, yaptığımız şey ne olursa olsun, bu bir bağımlılık.

Fizyolojik temelli yani fiziksel bağımlılıklar daha ürkütücü görünse de tedavisi görece daha kolay. Psikolojik temelli, davranışsal bağımlılıklardan kurtulmak, kişinin isteğine bağlı olduğu için biraz daha zor. Psikolojik bağımlılıkların beyinde yarattığı kimyasal değişikliklerin madde bağımlılığına paralel olduğunu gösteren araştırmalar var. Yani hepsi ciddi. Ancak bazıları hayatımıza çok yeni girdiği ve hatta eğlenceyle bağlantılandırdığımız için tedavi gerektirebilecekleri aklımıza gelmiyor.

Mesela ‘selfie’ bağımlılığı – teknolojik gelişmelerin hayatımıza soktuğu yeni bir bağımlılık. Kişinin kendi fotoğraflarını çekip, sık sık sosyal medyada paylaşması. Eminim hepimizin aklına en az bir iki kişi gelmiştir bu kategoriye girebilecek. Selfie bağımlılığının altında genellikle fark edilme ve/veya beğenilme ihtiyacı yatıyor. Çoğunlukla geçmişte yaşanmış olumsuz bir deneyim nedeniyle ortaya çıkan yetersizlik, yalnızlık, değersizlik duygularının yarattığı boşluğu gidermek için sosyal medya bir araç oluyor. Dediğim gibi, amaç, fark edilmek.

Bir de teknoloji bağımlılığı var. Televizyon, bilgisayar, telefon, iPad hepsi bu kategoriye giriyor ve özellikle anne babaların daha dertli olduğu, en çok soru aldığımız alan bu. Diğer bağımlılıklardan en büyük farkı çok yaygın olması ve çocukları da etkilemesi. Yine gerçek hayatta karşılanamayan ihtiyaçlar, teknolojik araçlarla karşılanıyor. Dış dünyayla kurulamayan güven veya hissedilen yalnızlık sonucu oluşan boşluk, sanal ortamda dolduruluyor.

Bu noktada altını çizmek istediğim önemli bir nokta var: Anne babalar teknoloji bağımlılığıyla baş etmek için genellikle kısıtlama yöntemini kullanıyorlar (önerilen süre günde en fazla 2 saatin teknolojiye ayrılması). Halbuki tek başına kısıtlama, bağımlılığı şiddetlendirebilir. Risklidir. Yeterli bir çözüm değildir.

Bütün davranışsal bağımlılıklarda olduğu gibi bağımlılığın ortaya çıkma sebebini araştırmak, bağımlılığın giderdiği eksikliği, boşluğu tespit etmek ve devamında semptomu değil, kaynağı, yani gerçek yarayı tedavi etmek tek kalıcı çözüm.

Tekrar sorayım, siz neye bağımlısınız?

IMG_0016

TÜKETİM PSİKOLOJİSİ. İLİŞKİLER. EVLİLİK.

Tüketim toplumu olduk diyoruz sohbetlerde – biraz şikayet, biraz kabullenmeyle. İşin kötüsü ilişkilerde de hissettiriyor kendini bu tespit:

– “Hayal ettiğim gibi olmadı.”

– “Başta iyiydi, sonra bozuldu.”

– “Bunu istiyordum ama artık istemiyorum.”

Bazı seanslarda kendimi tüketici şikayet hattı gibi hissediyorum! Elimizdekinden memnun değiliz. Sürekli bir alternatifleri değerlendirme hali… Yeni modeli çıkınca eskisi değersizleşen ürünler gibi.

Çok istediğimiz bir şeye sahip olduktan sonra, onu istemeye ne kadar devam edebiliriz?

Olumsuz unsurlara odaklanmak yerine eşimizin olumlu yönlerini hatırlamak, bardağın dolu tarafını görmek çok mu zor?

Eşimizi acımasızca eleştiriyoruz, peki bizi sevmek, kabullenmek çok mu kolay? Biz çok mu mükemmeliz? Çok mu sevilesi insanlarız?

Eşim beyaz atlı prens çıkmadı, peki ben gerçekten prenses miyim?
(ya da tam tersi!)

Eskisini tüketip, yeni bir prens / prenses aramaya koyulmadan önce bunu bir soralım kendimize.. Ama dürüstçe!

Hayatı sorguladığımız dönemlerde bir yanımız sevgi, şefkat, güven, istikrar ararken diğer yanımız merak, heyecan duygularına kapılıp belirsizliğin çekiciliğine yönelmek ister. Yapımız böyle. Bu iç çatışmada sizde kazanan hangi taraf? Güvenlik mi, macera mı?

Geçenlerde Amerikalı bir çiftin “As long as we both shall live…” yani “Yaşadığımız sürece…” olarak klasikleşmiş evlilik yeminini “As long as we both shall love…” yani “Sevdiğimiz sürece…” olarak değiştirdiklerini fark ettim. Bu konuda gerçekçi olmadığım için değil – tabii ki sevgisiz bir beraberliği devam ettirme taraftarı değilim. Ama sevgi emek ve çaba istiyor. Tamam artık bitti demek, kestirip atmak en kolayı.

Zaman tutkuyu öldürür derler. Bu cümleye hiçbir zaman inanmadım. Araştırmalar, cinsel tatminin uzun süreli ilişkilerde çok daha yüksek olduğunu gösteriyor mesela. Tutkuyu öldüren zaman değil. Tutkuyu öldüren tembellik. Tutkuyu öldüren kanıksama. Tutkuyu öldüren öncelik vermeme. Değerli, kıymetli hissetmeme, hissettirmeme.

İngilizcede ‘family’ yani ‘aile’ kelimesi, ‘familiar’ yani ‘aşinalık’ kelimesiyle aynı kökten türemiş. Evlilik, aile olmak, sürekliliği, aidiyeti beraberinde getirir. Hem geçmişi, hem de geleceği kapsar. Bu da çok kıymetli. Hızla tüketilmeyecek, hemen kestirip atılmayacak kadar.

Araştırmalar da fırtınalı dönemleri atlatabilen çiftlerin ileride çok daha mutlu olduklarını gösteriyor.

Peki nasıl atlatacağız büyük fırtınaları?

İşyerinde projelerimize, müşterilerimize gösterdiğimiz titizliği, özeni, çabayı, ilişkimize de göstermemiz, verdiğimiz önceliği ilişkimize de vermemiz lazım. Zamanımızı yönetirken, işlerimizi önem ve aciliyet derecesine göre önceliklendirirken de.

Saygı çok önemli. En az sevgi kadar.

Asıl anahtar kelime tabii iletişim. Cevap vermek için değil, gerçekten anlamak için dinlemek; gerekirse konuşmayı ertelemek. Kendimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı açık ve net ifade etmek – ima etmeden, anlaşıldığımızı varsaymadan, kaçınmadan, doğrudan.

Bir de profesyonel destek almak – işlerin sarpa sarmasını, yaranın iltihaplanmasını beklemeden ama. Ve mutlaka çift ve aile terapisi konusunda özel eğitim almış, tecrübeli bir uzmandan.

 

image1

Yamalıbohça / Birleşmiş Aileler

İlkokuldayken hiç kaçırmadığım, “The Brady Bunch” diye bir dizi vardı – üç kızı ve bir kedisi olan bir kadınla, üç oğlu ve bir köpeği olan bir adamın evlenip aynı eve taşınmasıyla başlayan olaylar dizisi şeklinde özetleyebilirim konusunu. Aradan geçen otuzbeş seneye rağmen hala hatırlıyorum aile dinamiklerini. O zaman sıra dışı ve ilginç gelen bu aile çeşidinin artık literatürde bir adı var ve boşanma oranlarındaki hızlı artışla beraber çevremizdeki yamalıbohça aile sayısı da artıyor.

Yamalıbohça veya birleşmiş aile, ilk evliliğinden de çocukları olan iki kişinin evlenmesiyle oluşan aile çeşidi; eşlerden en az birinin ikinci evliliği ve eşlerden en az biri zaten anne ya da baba.

Yamalıbohça aile kaç kişi diye bakıldığında o evi paylaşan kişiler, sadece belirli günlerde gelen çocuklar ve birlikte yaşamadıkları ebeveynler, hatta onların ebeveynleri bile sayıya dahil edilir. O yüzden bu ailenin dinamikleri, biyolojik aileye göre çok, ama çok farklı.

İşin içinde bir vefat olmadığı sürece yamalıbohça aile sisteminde iki veya üç ev olur. Yani iki veya üç çekirdekli bir sistem bu. Evler çocuklardan dolayı hem duygusal, hem de ekonomik bağlarla birbirine bağlı.

Çift boyutundan bakınca, “Evliyim Ama Duygusal Olarak Boşandım.” / “Boşandım Ama Duygusal Olarak Evliyim.” adlı yazımda özetlemiş olduğum duygusal boşanmanın tamamlanmış olması, sağlıklı bir yamalıbohça ailenin kurulması için ön şart. Çocuk boyutunda ise bir ebeveyn vefat ettiyse fiziksel ölümün, ebeveynler boşandıysa da psikolojik ölümün yasının tutulmuş olması gerekir. Bu süre 6 ayla 36 ay arasında değişir.

Böyle bir aile kuruyorsanız sizin için en önemli şey, sabır! Araştırmalar, yamalıbohça ailelerde aile birliğinin oluşmasının iki-üç yıl sürdüğünü söylüyor. Bu ailelerde evlilik ve aile hayatından alınan haz, başlangıçta daha düşük – ancak zamanla artıyor. Hatta uzun vadede çocuklarda boşanmanın açtığı yaraları bile iyileştirme potansiyeli var. Ama zamanla. Ve emekle. Ve sabırla.

Yamalıbohça ailelerde çift birbirine daha az vakit ayırabiliyor. Stres seviyesi doğal olarak daha yüksek; belirsizlik daha fazla. Üvey ebeveynlerin birincil ebeveyn seviyesine ulaşabilmesi 2-5 yıl sürüyor. O zamana kadar çocukların kızgınlık gibi olumsuz duygularını üvey ebeveyne yönlendirmesi, onunla rekabete girmesi, hatta bu ebeveyni tamamen dışlaması sık rastlanan tepkiler. İşin içinde kaygı var, hayal kırıklığı var, kıskançlık var. Bu süreçte çocuklar biyolojik ebeveyni idealize edebiliyor.

Velayeti elinde bulunduran ebeveynle yalnız yaşamaya alışan çocuk için eve yeni aile bireylerinin girmesi endişe uyandırır ve adapte olunması gereken yeni bir değişim sürecidir.

Evlenen velayeti elinde bulundurmayan ebeveyn ise, hele evlendiği çocuğu olan bir kişiyse, bu durum, evden ayrılan ve artık kısıtlı sürelerle gördüğü anne veya babasının yeni evini, dolayısıyla hayatını, kendisine kapatıp, başka kişilere açtığı şeklinde algılanabilir. Çocuk için bu travmatik bir deneyimdir – bazen boşanmadan daha fazla.

Ancak öte yandan yamalıbohça aileler kayıp kadar umuttan da doğar. Yaşanmış tecrübeler elimizdekinin değerini bilmemizi kolaylaştırır. Empati ve psikolojik dayanıklılık artmıştır. Yeni aile bağları, yeni destekler anlamına gelebilir. Hayatımıza yeni fikirler, yeni bakış açıları girer. Bir adaptasyon süreci gerekir ama bu yeni ‘normal’ olur bir süre sonra.

Eski aidiyetlerimizden vazgeçmek zorunda olmamak, bunlarla ilgili konuşabilmek, duyguları baskılamamak aile üyelerine iyi gelen şeyler. Ebeveynlerin bütün aile bireylerine ayırdığı zamanı dengelemesi, kucaklayıcı, kapsayıcı olmaları önemli.

Yamalıbohça ailenin kendine özel yeni gelenekler ve aile ritüelleri geliştirmesi gerekir. Bu sadece doğum günü, yılbaşı gibi özel günlerin nasıl kutlanacağı değil, kaçta yatılacağı, kaçta kalkılacağı, evde nasıl bir iş bölümü yapılacağı, akşam yemeğinin saat kaçta yenileceği gibi öngörülebilir kuralları da içerir ve özellikle çocuklarda güven duygusunun oluşması için kritiktir. Haftada bir bütün aile üyeleriyle oyun akşamı düzenlemek ve beraber çeşitli kutu oyunları oynamak güzel bir örnek olabilir. “Akşam yemeğe geliyor musun?” adlı yazımda, ailece yenilen akşam yemeklerinin önemini vurgularken bu sofralar için ipuçları paylaşmıştım, bir göz atın.

Sayfadaki fotoğrafta gördüğünüz mavi dönenceyi ailelerle ilgili sunumlarımda kullanıyorum. Bu denizatı ailesi, birbirlerine görünmeyen bağlarla bağlı. İlk bakışta bu bağlar görünmeyebilir; boşlukta asılı duran izole parçalar gibi gelebilir deniz atları – ama öyle değiller. Her birinin konumu farklı, baktığı yön farklı. Ama birini hareket ettirdiğinizde, hepsi hareket ediyor; sürekli etkileşim içindeler. Deniz atı ayrıca benim için ailelerin sürprizli doğasını da temsil ediyor. Özellikle yamalıbohça ailelerin!

Yamalıbohça ailelerle ilgili daha detaylı bilgi için Danışman Psikolog Ani Eryorulmaz’ın Destek Yayınları tarafından 2013 yılında yayımlanan “Eyvah Boşanıyorum! Biyolojik Aileden Yamalıbohça Aileye” adlı kitabını öneririm.

Denizati_Mobile

Boşanma Dosyası #2: Boşanıyoruz – Çocuklar Ne Olacak?

Araştırmalara göre ayrılık sürecinde anne babalar en çok üç konuyla ilgili kaygılanıyor: Çocuklar, para ve yalnızlık. Bu yazı kaygıların çocuk boyutuyla ilgili.

Öncelikle, boşanma sadece annenin ve babanın boşanması değil – bunu kabul edelim. Boşanan, bütün aile bireyleri. Bu süreçte herkes için bir kayıp söz konusu ve bu çok boyutlu bir kayıp. Anne ve baba ne kadar üzülürse üzülsün, bu konuda karar alıcı konumunda. Çocukların ise hiçbir söz hakkı yok. Yetişkinlerin verdiği karar onlara açıklanıyor ve durumu kabullenip alışmaları bekleniyor. Buradan başlayalım – bu kararı çocuklara nasıl açıklayacağız..

Her şeyden önce, ideal olan, bu kararı anneyle babanın çocuklara birlikte açıklaması – birbirini suçlamadan, sakin bir şekilde, hala bir takım, bir aile olduklarını hissettirerek.

Bu noktada rahat, sakin bir ortam seçmek önemli. Yalnız çok sık gitmediğiniz bir yeri tercih edin. Bazı çocuklar bu konuşmadan sonra o ortama yeniden girmek istemeyebiliyor, oturdukları koltuğa tekrar oturmayı reddedebiliyor, hatta üzerlerindeki kıyafetleri bile bir daha giymek istemeyenler var. Kimseyi korkutmak istemem; her çocuk böyle güçlü tepki vermiyor, ancak önlem almakta fayda var.

Tabii zamanlama da önemli. Annenin hangi evde, babanın hangi evde yaşayacağı, çocukların hangi gün kiminle kalacağı, okul-iş düzeni gibi detaylar netleşmeden önce çocuklarla konuşmayın. Belirsizliklerle dolu bir konuşmadansa, öngörülebilir, bütün sorularının cevap bulduğu bir konuşma çocukları daha az kaygılandırır. Sorularını somut ve istikrarlı bir şekilde cevaplayamayacaksanız, mutlaka konuşmayı erteleyin.

Siz siz olun, sıkışık bir zaman diliminde bu konuyu açmayın. Rahat rahat konuşabileceğiniz, birlikte vakit geçirebileceğiniz bir gün ve saat seçin.

Kimin söze başlayacağına, kimin nasıl devam edeceğine önceden karar vermek, hatta mümkünse konuşmanın kısa bir provasını yapmak iyi olur.

Boşanma kararı ortak bir karar olmasa da, anneyle baba, çocuklara ayrılmaya birlikte karar verdiklerini, bu kararı vermek için uzun uzun düşündüklerini ve bütün çözüm yollarını denediklerini söyleyebilir.

Ebeveynler, bundan sonra ayrı evlerde yaşayacaklarını, ancak hala bir aile olduklarını, hala anne-baba olduklarını, yalnızca artık karı-koca olmayacaklarını anlatmalı. Çocuklar bu konuşmadan sonra hem anneyi hem babayı istedikleri zaman arayabileceklerinden, istedikleri zaman görebileceklerinden emin olmalı.

Çocuklar tepkilerini hemen vermeyebilir, sorularını hemen sormayabilir. Konuşmadan sonra birkaç gün, hatta birkaç hafta bu konuyu açmayan çocuk, bir gece uyumadan önce sorular sormaya başlayabilir. Böyle durumlarda sakinliğinizi koruyarak sorularını sabırla cevaplayın. Ertelemeyin. Geçiştirmeyin. Aynı soruları tekrar tekrar soruyor olsalar bile.

Ülkemizde yapılan araştırmalar, bu aşamada çocukların en fazla hissettikleri duyguların belirsizlik, güvensizlik, endişe ve kaygı olduğunu gösteriyor. Bunun en önemli sebebi, bağlanmanın zedelenmiş, hatta kaybolmuş olduğu algısı. Ne kadar detaylı ve somut bilgi verilebilirse çocuklar o oranda rahatlar.

Alışma döneminde aile ve arkadaş desteği çok önemli. Spor başta olmak üzere hobi ve aktivitelerle çocuğun ilgi odağını evin dışına taşımak iyi gelecektir. Araştırmalara göre bu süreçten en olumsuz etkilenen çocuklar, boşanan ebeveynler arasında iletişim sağlamak, mesaj taşımak zorunda bırakılan çocuklar.

Ne yazık ki birçok araştırma, hem boşanmış hem de evli ailelerde çocukların anneleriyle ilişkilerinin, babalarıyla olan ilişkilerine kıyasla dikkat çekecek oranda daha iyi olduğunu gösteriyor. Ancak çocuğun annesine de babasına da eşit oranda ihtiyacı var. Bu noktada babalara daha fazla iş düşüyor.

Burada unutulmaması gereken önemli bir nokta var: Çocuklar anne-babalarının tekrar bir araya gelmesi için umut taşıdığı sürece kabullenme tam olarak gerçekleşmeyecektir. Anne ve babanın ayrı evlerde ayrı hayatları olduğunu gördükçe, yaşadıkça, çocuk da sürece adapte oluyor – belki de anne babasından daha hızlı! Genellikle ortalama ilk iki sene, uyum süreci olarak kabul edilebilir.

Bu süreçte psikolojik destek almak faydalı oluyor ama araştırmalar ülkemizde psikolojik destek alan çocuk sayısının düşük olduğu gösteriyor – erkek çocuklar için bu oran daha da düşük.

Çocuk için boşanmanın travmatik etki yaratıp yaratmaması tamamen olayı algılayış biçimine bağlı. Yaşanılan, çok kişisel bir deneyim. Duruma değil, çocuğun yapısına ve onun üzerindeki potansiyel etkilerine odaklanmak lazım. Her boşanma farklı. Her çocuk farklı.

Özellikle velayeti elinde bulunduran ebeveynin, boşanmanın yarattığı stresle etkin bir şekilde baş edebilmesi ve çocukların duygusal bakımını aksatmaması, çocukların uyum süreci için en önemli unsur. Uçaklarda ne diyorlar – oksijen maskesi önce bize, sonra çocuklara. Biz iyi olacağız ki, çocuklar iyi olsun.

Boşanma istatistikleri ortada – batı dünyasında, çocuk veya ebeveyn, çoğunluğun geliştirmesi gereken bir beceri artık ayrılık sonrası adaptasyon. Doğru idare edildiğinde çocuklar bu süreçten olgunlaşmış, psikolojik sağlamlığı ve adaptasyon becerileri güçlenmiş olarak çıkıyor.

“Herkes mi Boşanıyor?” adlı yazımda da belirttiğim gibi, boşanma durumunda ailenin şekli değişiyor ama aile yaşamı sona ermiyor. Ebeveynler çocukların hayatının bir parçası olmaya devam ediyor; yalnızca ikametgahları değişiyor. Boşanma yıpratıcı bir süreç olsa da, bu mesaj aklımızın bir köşesinde hep dursun.

Melis_BosanmisAile2

Boşanma Dosyası #1: Herkes mi Boşanıyor?

Yıllar önce büyük kızım Melis’in anaokulu kaydı sırasında dikkatimi çekmişti – başvuru formunda iletişim bilgileri anne için ayrı, baba için ayrı, veli için ayrı isteniyordu. Şaşırmıştım ilk gördüğümde. Ben öğrenciyken sınıflarda bir, belki iki çocuğun annesi babası ayrı olurdu – formlarda da tek bir adres ve telefon sorulurdu. Şimdi sınıflarda çocukların yaklaşık yarısının annesi babası ayrı. Kayıt formları da buna göre güncellenmiş tabii.

Yirminci yüzyılın başlarında insan ömrü ortalama 45 yıldı. Bu da basit bir hesapla evlilikler yaklaşık 20-25 yıl devam ediyordu demek. Bugün ortalama ömür erkekler için 80’e yakın, kadınlar için ise 80’in üzerinde – giderek de artıyor. Demek ki çiftler yaklaşık 60 yıl evli kalabiliyor – bazen daha bile fazla. Bu kadar uzun bir süreyi aynı kişiyle evli olarak geçirmek, yüksek bir beklenti mi?

Evlilik kurumundan ve eşimizden beklentimiz yüksek. En iyi arkadaşımız, sevgilimiz, sırdaşımız, dert ortağımız, sağ kolumuz, maddi manevi dayanağımız aynı kişi olsun ve bu ömür boyu aynı düzende devam etsin istiyoruz. İnsanlar zamanla değişiyor. Eşimiz değişiyor. Biz değişiyoruz. Ve bunun çok da farkındayız aslında. Bu değişim paralel gidiyorsa, sorun yok; peki gitmiyorsa? Araştırmalar, bir sorun olduğunu fark ettikten ortalama altı sene sonra çift terapisine başladığını söylüyor mesela çiftlerin. Sorunu fark etmek, varlığını kabullenmek kolay değil.

Eskiden insanlar ölüm ayırana dek evleniyordu. Bugün evlilik kararı verenler bunun ömür boyu sürme ihtimalinin düşük olduğunu biliyor – istatistikler ortada.

Eskiden monogami, yani tek eşlilik, ömür boyu tek bir kişiyle yaşanılan beraberliği ifade ediyordu. Bugün ise, psikolog Esther Perel’in de sık sık vurguladığı gibi, “Ben bütün ilişkilerimde tek eşliyim.” gibi ifadeler kullanıyoruz – yani seri monogami var (yani, genellikle!).

“Ebeveyninizi Nasıl Alırsınız? Tek mi, Çift mi?” adlı yazımda da belirttiğim gibi, artık dağılmış yuva yerine tek ebeveynli aile diyoruz – dildeki değişim, algıdaki değişimi yansıtıyor.

Evet, boşanma durumunda ailenin şekli değişiyor ama çocuk varsa, aile yaşamı sona ermiyor. Çocuğun velayetini elinde bulunduran ebeveyni ile bir alt sistem, velayeti olmayan ebeveyni ile de bir başka alt sistem oluşuyor. Ebeveynler çocukların hayatının bir parçası olmaya devam ediyor; yalnızca ikametgahları değişiyor. Boşanma ve seri evlenme durumunda ise çoğul çekirdekli sistemler ortaya çıkıyor.

Ebeveynlik ve evlilik kavramları birbirinden bağımsız hale geldi.

Evlilik sonrası hayata adaptasyon da, günümüz batılı toplumlarında büyük bir kesiminin geliştirmesi gereken bir beceri oldu. Boşanma kararını vermek de, boşanmak da kolaylaştı.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2016 raporuna göre ülkemizde 2015’te boşanma oranı bir önceki yıla göre %5 artmış. Boşanmaların %39,3’ü evliliğin ilk 5 yılında, %21,5’i ise evliliğin 6-10 yılı içinde gerçekleşmiş.

Amerika Birleşik Devletleri verilerine göre ilk evliliğin kırklı yaşlarda boşanmayla sonuçlanma ihtimali %67. Boşanmalar genellikle evliliğin ilk yedi yılında gerçekleşiyor. İkinci evliliklerdeki boşanma oranı ise ilk evliliklere kıyasla %10 daha fazla.

Avrupa’nın en yüksek boşanma oranına sahip ülkesi olan Belçika’da 1975 yılından bu yana evlenme oranı %40 azalırken boşanma oranı %400 artmış.

Bir araştırma, bir çift ayrıldığında yakın çevresindeki çiftlerin de ayrılma ihtimalinin %75 arttığını söylüyor!

Boşanma oranları artmaya devam etse de, boşanmış kişilerin birçoğu yeniden evleniyor – bir sürü de yamalı bohça aile ortaya çıkıyor. Yine Amerika Birleşik Devletleri istatistiklerine göre boşanmış altı erkekten beşinin ve dört kadından üçünün tekrar evlenmesi söz konusu. Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının dörtte biri en az bir boşanma yaşamış ve evli yetişkinlerin çoğunluğu ikinci evliliğinde.

Bu veriler olumsuz algının evlilik kurumuyla değil, yalnızca evlenilen bireyle ilgili olduğu şeklinde yorumlanabilir. Mesela mutsuz bir evlilikte hastalanma olasılığımız %35 artıyor. Ama mutlu çiftler, boşanmış veya mutsuz çiftlere göre daha sağlıklı ve daha uzun bir ömür sürdürüyor. Evlilik herşeye rağmen hala tercih edilen yaşam şekli gibi görünüyor.

Daha önceki yazılarımda da hep belirttiğim gibi, ben bu konudaki iyimserliğimi koruyorum – eşlerden ikisi de istekli olduğu sürece.

Boşanıyoruz – Çocuklar Ne Olacak? Bir sonraki yazıda…

Divorce