Tartışma Sanatı

Önce Yansıt, Sonra Ne Dersen De!” başlıklı blog yazımdan beri özellikle çiftlerden çatışmalar sırasında kullanabilecekleri doğru tartışma tekniği konusunda daha fazla soru gelmeye başladı. Bu yöntemi yalnızca sevgilinizle, eşinizle değil, iş ve arkadaş ilişkilerinde de uygulayabilirsiniz. İşte doğru tartışmanın beş altın kuralı:

  1. Kendinizi “ben” diliyle ifade edin.
  2. Yalnızca fikirlerinizi değil, duygularınızı da dile getirin.
  3. Bir konuyla ilgili olumsuz duygularınızdan, endişelerinizden bahsediyorsanız, aynı konuyla ilgili olumlu duygularınızdan da söz edin.
  4. Genellemelerden kaçının. Kurduğunuz cümleler doğrudan konuyla ilgili olsun ve spesifik örnekler, detaylar içersin.
  5. Paragraflar halinde konuşun. Yani bir fikri dile getirin, sonra devam etmeden önce karşınızdaki kişiye konuyu düşünüp değerlendirmesi ve gerekirse yanıt vermesi için zaman verin. Uzun süre durmadan konuşmak, karşınızdakinin sizi etkin dinlemesini zorlaştıracaktır.

Konu açılmışken, doğru dinlemenin de beş altın kuralı var!

  1. Anlatılanları dinlediğinizi beden dilinizle, ses tonunuzla, duruşunuzla belli edin. Onun farklı bir bakış açısı olabileceğini kabullenin.
  2. Kendinizi karşınızdaki kişinin yerine koyarak empati kurmaya çalışın. Onun yerinde olsaydınız siz ne hissederdiniz, düşünün.
  3. Karşınızdaki kişi konuşmayı bitirdiğinde önce anlattıklarını, ne anladığınızı özetleyin; yani ayna tutun, yansıtın.
  4. Hemen çözüm üretmeyin. Önce dinlediğinizi, anlattıklarını duyduğunuzu gösterin.
  5. Yargılamayın.

Unutmayın ki sesimizi, kendimizi duyulmamış hissettiğimizde yükseltiriz.

Bu kuralları karşılıklı olarak uyguladığınızda, aynı fikirde olmasanız bile, kendinizi duyulmuş, anlaşılmış ve fikirlerine değer verilmiş hissedeceksiniz.

Bir deneyin!

 

cloudvisual-208962

‘Aldatmak’ Sizin İçin Nedir? Eşiniz Aynı Fikirde mi?

Çiftlerle çalıştıkça aldatmanın tanımının kişiden kişiye değiştiğini öğreniyorsunuz.

Bazı kişiler için aldatmak, başka bir kişiyle cinsel birliktelik anlamına geliyor.

Bazı çiftlerde ise bu konuda açık oldukları sürece, sorun olmuyor.

Bazı kişiler için eşinin başkalarıyla ayak üstü flört etmesi sıkıntı yaratıyor, bazıları için cep telefonuna gelen kişisel mesajlar.

Bazı kişiler için karşı cinsten biriyle yakınlaşmak, sohbet etmek, aldatmak oluyor.

Bazen gece geç bir saatte gelen telefonlar tedirgin ediyor.

Bazen tek bir sarılma ya da öpüşme.

Online sohbetlere ne demeli?

Eşinizin siz yanında değilken cinsel içerikli yayınlar izlemesi?

Online siteler veya aplikasyonlar aracılığıyla yapılan cinsel içerikli görüşme ve yazışmalar? Bunlar aldatma mı?

Büyük şehirlerde hızla yaygınlaşan çeşit çeşit seks kulüpleri?

Eşlerin gelirlerini ve/veya giderlerini birbirlerinden saklaması aldatma mı peki?

Eşlerden birinin zamanını, enerjisini eşine değil de kendi ailesine ya da arkadaşlarına ayırması?

Peki ya işine?

Taraflardan biri aldatıldığını düşünüyor ama diğeri aynı fikirde değilse ne oluyor?

Kim haklı? Kim haksız? Kim karar verecek?

Önemli olan eşlerin karşılıklı olarak bu sorulara verdikleri cevapları bilmeleri ve tabii saygı duymaları. Bu konuda önce kendi konfor alanımızı belirlememiz, sonra da eşimizin konfor alanına bir göz atmamız lazım.

Evlilik bir fedakarlıklar dizisi olsa da, nereye kadar esneyebileceğimiz, neleri kesinlikle kabul etmeyeceğimiz konusunda önceden iletişim kurmak önemli. Bunu çıkan bir yangını söndürmek için değil, yangını önlemek için yapalım.

İlişkilerin ayrılık veya boşanmayla sonuçlanmasının temel sebebi yalanlar ve sırlar oluyor; aldatma eylemi değil – sizin için aldatmanın tanımı her ne ise…

shutterstock_281105906

Nedir Bu ‘Gaslighting’?

Güvendiğiniz bir kişi var. Size düzenli olarak diyor ki:

“Hayır, ben öyle bir şey demedim.” Ama dedin!

“Sen yanlış duymuş / görmüş / anlamış olabilirsin.” Ama duydum / gördüm / anladım!

“Öyle bir şey yok.” Ama var!

“Hayal görüyorsun.” Hayal mayal değil!

… Aklımı kaçıracağım. Gerçekten sorun bende mi acaba?

Tanıdık geldi mi? Size yapılan şeyin bir adı var: ‘Gaslighting’.

Gaslighting kelimesinin ne yazık ki tam bir Türkçe karşılığı yok. Gaz lambasını kısmak olarak tercüme edilebilir. Bu tür etiketleri sevmiyorum aslında. Ama bu ara o kadar çok gündeme geldi ki, benim de yazasım geldi…

Gaslighting, yukarıdaki örnekten de tahmin edeceğiniz gibi, bir duygusal manipülasyon şekli – hatta duygusal istismar bile denilebilir.

Gaslighting terimi ilk defa 1938 yılında, Gas Light adlı bir İngiliz tiyatro oyununda kullanılmış. Başroldeki adam her gece gaz lambasını biraz daha kısıyor, eşi gaz lambası giderek daha az mı ışık veriyor yoksa bana mı öyle geliyor diye sorguladığında sert tepkilerle karşılık veriyor. Kadın eşine o kadar güveniyor ki, kendinden şüphe ediyor ve aklını kaçırdığını düşünüyor.

Gaslighting en çok narsistik kişilik bozukluklarında rastladığımız bir davranış şekli – ancak bununla kısıtlı değil. Başka kişilik bozukluklarında da kişinin hep kendi görüşünün doğru olduğuna inandığını veya çevresindeki insanları kontrol etme güdüsünün yüksek olduğunu görebiliyoruz.  Ebeveynlerden biri bu taktiği kullanıp çevresindeki insanları manipüle ediyorsa çocuğun bunu modelleyerek kendi hayatında uygulama olasılığı da var.

Aslında bu kişi size yalan söylüyor. Yalan söylediğini de biliyor. Ama karşınızda o kadar güçlü duruyor ki -ve bu o kadar güvendiğiniz bir kişi ki- siz kendinizden şüphe etmeye başlıyorsunuz. Hatta bazen daha da ileri gidiyor, konuyu size çevirip sizi suçlamaya başlıyor. Başkalarını yalan söylemekle suçluyor. Bütün bu süreçte kendinden çok emin. Aklınız karışıyor.

Bu bir güç savaşı aslında.

Akla ilk gelen aldatan ve aldattığına dair tezleri çürütmeye çalışan kişi oluyor genellikle ama, bir yöneticiniz, arkadaşınız veya akrabanız da olabilir bu.

İşin anahtarı bu kişiyi ve kullandığı taktikleri fark etmek. Farkındalık artınca, güven sarsılınca, bu kişinin en önemli silahı elinden alınmış oluyor. Taktikler de işe yaramıyor.

Kapanı fark etmiş ve yakalanmamış oluyoruz.

Aklınıza kimse geldi mi?

shutterstock_504172903

Seans Odasında Neler Oluyor? Terapi Neden İşe Yarıyor?

Bu soruların 90 saniye içinde okunabilecek kısa cevabı şöyle…

İnsan beyninin birbirine paralel çalışan iki bölümü var:

Biri, hayatta kalabilmemiz için, kaşla göz arasında karar almamızı sağlayan ‘sürüngen beynimiz’.

Diğeri de ilişkilerle, ahlakla, kurallarla ilgilenen ‘memeli beynimiz’.

Sürüngen beynimiz çok erken gelişiyor ve çok hızlı. Çalıştığının bilincinde değiliz. O hatırlamadığımız bebeklik, çocukluk deneyimlerimizin bir çoğu burada kayıtlı mesela.

Memeli beynimiz daha geç gelişiyor ve görece daha yavaş – yarım saniye kadar.

İşte ne oluyorsa bu yarım saniyede oluyor.

Mesela, diyelim ki bir arkadaşımız bize başka bir şehre taşınmaya karar verdiğini söyledi. Önce, biz farkında bile olmadan beynimiz, hafızamızı, bedenimizi, duygularımızı hızla tarar ve duyduğumuz bilgiyle ilgili veri toplar. Biz arkadaşımızın söylediklerinin farkına vardığımızda, bu yarım saniyelik süre geçmiş, bilgi beyinde birçok açıdan değerlendirilmiş, en eski hatıralar bile taranmış ve tepkiler tetiklenmiş olur.

Çünkü sürüngen beynimiz bizi hayatta tutmak için hızla harekete geçmiştir. Durum, küçük veya büyük, ne olursa olsun, beyin bir sebeple bizim için stres kaynağı olabileceğine karar verdiyse, bedenimize savaş ya da kaç emri vermiştir bile.

“Anı yaşıyorum” dediğimizde, aslında yarım saniye rötarlı yaşıyoruz!

Biz yarım saniye sonra davranış seçeneklerimizi gözden geçirirken, aslında geçmişten gelen bir sürü yanlış anlama, varsayım, inanç ve eksik bilgi hiç farkında olmasak da tepkimize temel oluşturmuş olabilir. Geçen yarım saniyenin içine büyük bir önyargı girebilir.

Arkadaşımızın taşınmasına dönecek olursak, yüzümüzde kocaman bir gülümsemeyle onu tebrik ederken birden ter döktüğümüzü ve nabzımızın hızlandığını fark edebilir ama buna o anda mantıklı bir anlam veremeyebiliriz mesela.

Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, algılamamız sandığımız kadar tarafsız değil.

Ancak artık beynin şekillendirilebilir olduğunu da biliyoruz. Beyni şekillendiren, deneyimler. Bu deneyimler anne karnında başlıyor ve ömür boyu devam ediyor. Beyin hepsini kaydediyor. Seans odasında olanlar da aslında birer deneyim.

Peki asıl sorumuza dönelim – terapi neden işe yarıyor?

Terapide eğitimli bir göz, bizi kısıtlayan varsayımlarımızı sorgular, beynimizin bilgileri nasıl bir önyargı süzgecinden geçirdiğini gözlemler ve yeni bakış açıları getirerek bu kapalı mantık sistemini bozmayı hedefler. Beynin farklı bölümlerinin entegre olmasını, bir bütün olarak işlemesini sağlamak için çalışır.

Seans odasında, biz farkında olmadan, beyindeki sinir hücreleri aktive olur, aralarında yeni bağlantılar kurulur, yeni şebekeler oluşur.

Bastırılmış duygular, anılar, zamanla su yüzüne çıkar, farklı bir gözle yeniden çerçevelenir.

Varsa bir illüzyonun kabukları tek tek, azar azar, sindirilebilir lokmalar halinde soyulur.

Tabii bütün bunlar, temeli ebeveyn-çocuk bağına dayanan, güvenli bir terapötik ilişki kurulduktan sonra gerçekleşebilir. Irvin Yalom’un da söylediği gibi, aslında iyileştiren, ilişkidir.

fullsizerender

Ayrılık Mevsimi

Ocak ayı, ayrılık mevsimi. İstatistikler böyle söylüyor.

Ayrılmayı düşünen kişilerin randevu için psikologların, boşanma ve aile avukatlarının en çok kapısını çaldıkları dönem. Online arkadaşlık sitelerinde trafiğin en yoğun olduğu zaman.

Bir yanda yeni yıla ‘aile’ olarak birlikte girme isteği, böyle bir günde ayrılık konusunu açmama, aileyi üzmeme güdüsü, diğer yanda da yeni bir takvim yılının kamçıladığı yeni kararlar alma, yeni adımlar atma, yeni bir başlangıç yapma arzusu neden olabiliyor ayrılık konusunun Ocak ayında gündeme gelmesine.

Bazen başka çiftlerle yapılan kutlama veya seyahatler, hatta sosyal medya paylaşımları bile, kendi ilişkimizi diğer ilişkilerle karşılaştıracağımız bir temel oluşturup çeşitli sorgulamaları tetikleyebiliyor. Bazen beklentilerimiz o kadar farklı oluyor ki, bu bile tek başına eşlerden birinde hayal kırıklığı yaratmaya yetiyor.

Yapılan masraflar stres seviyemizi artırabiliyor, anlaşmazlıkları pekiştirebiliyor.

Bazen Ocak ayını beklemenin tek nedeni zamların açıklanması, primlerin yatırılmış olması oluyor.

Anlayacağınız olası sebep çok.

Ocak ayının ilk Pazartesi günü (bugün!) birçok yabancı kaynakta “Divorce Monday” yani Boşanma Pazartesi’si olarak anılıyor. Ocak ayı ise “Divorce Month” yani Boşanma Ayı olarak. Gerçekte kastedilen aslında Ocak-Mart dönemi.

Boşanmak çok kolay. Bir hafta içinde boşanabilirsiniz.

Ancak boşanmış olup keşke boşanmasaydım diyen çiftler olduğu gibi, fırtınalı bir dönemi boşanmamayı seçerek atlatabilmiş olan mutlu çiftlerin sayısı da oldukça fazla.

Madem ayrılık mevsimindeyiz, benim önerim kararları aceleye getirmemek.

Herhangi bir adım atmadan önce çift ve aile terapisi konusunda eğitim almış, tecrübeli bir uzmana başvurmak.

Gün gün, adım adım gitmek.

2017 tatsız başladı. Devamının sağlıkla, huzurla, barışla gelmesi dileğiyle…

shutterstock_344285852

SOFRADA NE KONUŞALIM?

Önümüz bayram. Sofralar kurulacak, aile yemekleri yenecek, sohbetler edilecek.

Sorulan sorulara verdikleri “Evet.”, “Hayır.”, “İyi.”, “Tamam.” gibi kısa cevaplar dışında pek sesi soluğu çıkmayan  aile üyeleriyle baş etmek (ki bunlar canı sıkılmış ergenler kadar elinden telefonunu düşüremeyen ebeveynler de olabilir!), sofraları daha neşeli hale getirmek için bazı öneriler paylaşmak istiyorum.

Bu vesileyle en popüler blog yazılarımdan biri olan “Akşam Yemeğe Geliyor Musun?” yazısında bahsettiğim “The Family Dinner Project” (Aile Akşam Yemeği Projesi) kitabında ve projenin internet sitesinde önerilen bazı aktiviteleri hatırlatmak ve yeniden (ve şiddetle!) önermek istedim.

20 SORU

Bir aile üyesi, ailece paylaştıkları bir anıyı düşünür. Diğer aile üyeleri sırayla sorular sorarak aklında tuttuğu anının hangisi olduğunu tahmin etmeye çalışır: Tatilde miydik? Yemeğe mi çıkmıştık? Komik miydi? Başka insanlar da var mıydı?

HİKAYE YARATMA

Ufak kağıtlara çeşitli kelimeler yazılır ve hepsi bir kutuya konulur. Her aile üyesi bir kağıt seçer. Seçilen kelimeleri kullanarak hep birlikte bir hikaye oluşturulur.

KULAKTAN KULAĞA

Bu bir klasik! Bir kişi seçtiği bir cümleyi yanındakinin kulağına fısıldar ve sırayla kulaktan kulağa bütün masa devam eder. En son kişi yüksek sesle duyduğu cümleyi tekrar eder. Cümlenin ne kadar değişmiş olduğuna bakılır.

TERCİH

Sırayla birbirinize tercih soruları sorabilirsiniz. Örneğin:

  • Telefonsuz yaşamayı mı tercih ederdin, televizyonsuz mu?
  • Kaybeden takımın en iyi oyuncusu olmayı mı tercih ederdin, kazanan takımın en kötü oyuncusu olmayı mı?
  • Uçabilmeyi mi tercih ederdin, görünmez olmayı mı?
  • Geçmişte yaşamayı mı tercih ederdin, gelecekte yaşamayı mı?
  • At olmayı mı tercih ederdin, tavşan olmayı mı?
  • Bir tabak solucan yemeyi mi tercih ederdin, bir tabak çekirge yemeyi mi?
  • Ellerinin yerinde ayaklarının olmasını mı tercih ederdin, ayaklarının yerinde ellerinin olmasını mı?
  • Uzayda yaşamayı mı tercih ederdin, denizin altında mı?

SOHBET KAVANOZU

Ufak kağıtlara önceden çeşitli sorular yazılır ve hepsi bir kavanoza doldurulur. Her bir aile bireyi bu kağıtlardan birini çeker ve cevap verir. Örneğin:

  • “En iyi arkadaşın kim?”
  • “Ailemizle ilgili en sevdiğin anın hangisi?”
  • “İsminin nasıl / neden seçildiğini biliyor musun?”
  • “Üç dileğin olsa, ne dilerdin?”
  • “En sevdiğin özelliğin hangisidir?”
  • “Kendini en rahat hissettiğin yer neresi?”
  • “Hep aynı yaşta kalabilecek olsan, hangi yaşta kalırdın? Neden?”

… HAKKINDA EN SEVDİĞİM 20 ŞEY

Bir konu seçin (veya aklınıza gelen konuları ufak kağıtlara yazıp bir kavanoza koyduktan sonra kura çekin). Sofrada oturan her kişi o konuda en çok neyi sevdiğini söylesin. Konu bir yer, bir mevsim hatta bir kişi dahi olabilir. Hatta söylenenleri yazıp saklarsanız 5, 10, hatta 20 yıl sonra açıp hatırlamak eğlenceli olabilir!

İyi bayramlar, keyifli sofralar!

Kaynak: http://thefamilydinnerproject.org

img_0019

Siz Neye Bağımlısınız?

Bağımlılık deyince aklınıza ne geliyor? Sigara? Alkol? Uyuşturucu? Kumar? Seks? Alışveriş? Bir de sosyal olarak daha kabul edilebilir bağımlılıklarımız var. Onlara o kadar alışmışız ki bağımlı olduğumuzun bile farkında değiliz belki. Mesela yemek, çay, kahve, gazlı içecekler, şeker, çikolata? Ya da iş, spor, adrenalin, aşk, telefon, televizyon, bilgisayar oyunları, hatta selfie çekmek? Siz neye bağımlısınız?

Bir davranışı istediğimizden daha sık tekrarlıyorsak, olumsuz etkilerine rağmen devam ediyorsak, davranışı bırakma ya da azaltma girişimlerimiz boşa gidiyorsa, sorumluluklarımıza ayıracağımız vakti bu davranışa ayırıyorsak, hatta sıklığını ve yoğunluğunu artırıyorsak, yapamadığımızda kendimizi huzursuz, sinirli hissediyorsak, yaptığımız şey ne olursa olsun, bu bir bağımlılık.

Fizyolojik temelli yani fiziksel bağımlılıklar daha ürkütücü görünse de tedavisi görece daha kolay. Psikolojik temelli, davranışsal bağımlılıklardan kurtulmak, kişinin isteğine bağlı olduğu için biraz daha zor. Psikolojik bağımlılıkların beyinde yarattığı kimyasal değişikliklerin madde bağımlılığına paralel olduğunu gösteren araştırmalar var. Yani hepsi ciddi. Ancak bazıları hayatımıza çok yeni girdiği ve hatta eğlenceyle bağlantılandırdığımız için tedavi gerektirebilecekleri aklımıza gelmiyor.

Mesela ‘selfie’ bağımlılığı – teknolojik gelişmelerin hayatımıza soktuğu yeni bir bağımlılık. Kişinin kendi fotoğraflarını çekip, sık sık sosyal medyada paylaşması. Eminim hepimizin aklına en az bir iki kişi gelmiştir bu kategoriye girebilecek. Selfie bağımlılığının altında genellikle fark edilme ve/veya beğenilme ihtiyacı yatıyor. Çoğunlukla geçmişte yaşanmış olumsuz bir deneyim nedeniyle ortaya çıkan yetersizlik, yalnızlık, değersizlik duygularının yarattığı boşluğu gidermek için sosyal medya bir araç oluyor. Dediğim gibi, amaç, fark edilmek.

Bir de teknoloji bağımlılığı var. Televizyon, bilgisayar, telefon, iPad hepsi bu kategoriye giriyor ve özellikle anne babaların daha dertli olduğu, en çok soru aldığımız alan bu. Diğer bağımlılıklardan en büyük farkı çok yaygın olması ve çocukları da etkilemesi. Yine gerçek hayatta karşılanamayan ihtiyaçlar, teknolojik araçlarla karşılanıyor. Dış dünyayla kurulamayan güven veya hissedilen yalnızlık sonucu oluşan boşluk, sanal ortamda dolduruluyor.

Bu noktada altını çizmek istediğim önemli bir nokta var: Anne babalar teknoloji bağımlılığıyla baş etmek için genellikle kısıtlama yöntemini kullanıyorlar (önerilen süre günde en fazla 2 saatin teknolojiye ayrılması). Halbuki tek başına kısıtlama, bağımlılığı şiddetlendirebilir. Risklidir. Yeterli bir çözüm değildir.

Bütün davranışsal bağımlılıklarda olduğu gibi bağımlılığın ortaya çıkma sebebini araştırmak, bağımlılığın giderdiği eksikliği, boşluğu tespit etmek ve devamında semptomu değil, kaynağı, yani gerçek yarayı tedavi etmek tek kalıcı çözüm.

Tekrar sorayım, siz neye bağımlısınız?

IMG_0016

TÜKETİM PSİKOLOJİSİ. İLİŞKİLER. EVLİLİK.

Tüketim toplumu olduk diyoruz sohbetlerde – biraz şikayet, biraz kabullenmeyle. İşin kötüsü ilişkilerde de hissettiriyor kendini bu tespit:

– “Hayal ettiğim gibi olmadı.”

– “Başta iyiydi, sonra bozuldu.”

– “Bunu istiyordum ama artık istemiyorum.”

Bazı seanslarda kendimi tüketici şikayet hattı gibi hissediyorum! Elimizdekinden memnun değiliz. Sürekli bir alternatifleri değerlendirme hali… Yeni modeli çıkınca eskisi değersizleşen ürünler gibi.

Çok istediğimiz bir şeye sahip olduktan sonra, onu istemeye ne kadar devam edebiliriz?

Olumsuz unsurlara odaklanmak yerine eşimizin olumlu yönlerini hatırlamak, bardağın dolu tarafını görmek çok mu zor?

Eşimizi acımasızca eleştiriyoruz, peki bizi sevmek, kabullenmek çok mu kolay? Biz çok mu mükemmeliz? Çok mu sevilesi insanlarız?

Eşim beyaz atlı prens çıkmadı, peki ben gerçekten prenses miyim?
(ya da tam tersi!)

Eskisini tüketip, yeni bir prens / prenses aramaya koyulmadan önce bunu bir soralım kendimize.. Ama dürüstçe!

Hayatı sorguladığımız dönemlerde bir yanımız sevgi, şefkat, güven, istikrar ararken diğer yanımız merak, heyecan duygularına kapılıp belirsizliğin çekiciliğine yönelmek ister. Yapımız böyle. Bu iç çatışmada sizde kazanan hangi taraf? Güvenlik mi, macera mı?

Geçenlerde Amerikalı bir çiftin “As long as we both shall live…” yani “Yaşadığımız sürece…” olarak klasikleşmiş evlilik yeminini “As long as we both shall love…” yani “Sevdiğimiz sürece…” olarak değiştirdiklerini fark ettim. Bu konuda gerçekçi olmadığım için değil – tabii ki sevgisiz bir beraberliği devam ettirme taraftarı değilim. Ama sevgi emek ve çaba istiyor. Tamam artık bitti demek, kestirip atmak en kolayı.

Zaman tutkuyu öldürür derler. Bu cümleye hiçbir zaman inanmadım. Araştırmalar, cinsel tatminin uzun süreli ilişkilerde çok daha yüksek olduğunu gösteriyor mesela. Tutkuyu öldüren zaman değil. Tutkuyu öldüren tembellik. Tutkuyu öldüren kanıksama. Tutkuyu öldüren öncelik vermeme. Değerli, kıymetli hissetmeme, hissettirmeme.

İngilizcede ‘family’ yani ‘aile’ kelimesi, ‘familiar’ yani ‘aşinalık’ kelimesiyle aynı kökten türemiş. Evlilik, aile olmak, sürekliliği, aidiyeti beraberinde getirir. Hem geçmişi, hem de geleceği kapsar. Bu da çok kıymetli. Hızla tüketilmeyecek, hemen kestirip atılmayacak kadar.

Araştırmalar da fırtınalı dönemleri atlatabilen çiftlerin ileride çok daha mutlu olduklarını gösteriyor.

Peki nasıl atlatacağız büyük fırtınaları?

İşyerinde projelerimize, müşterilerimize gösterdiğimiz titizliği, özeni, çabayı, ilişkimize de göstermemiz, verdiğimiz önceliği ilişkimize de vermemiz lazım. Zamanımızı yönetirken, işlerimizi önem ve aciliyet derecesine göre önceliklendirirken de.

Saygı çok önemli. En az sevgi kadar.

Asıl anahtar kelime tabii iletişim. Cevap vermek için değil, gerçekten anlamak için dinlemek; gerekirse konuşmayı ertelemek. Kendimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı açık ve net ifade etmek – ima etmeden, anlaşıldığımızı varsaymadan, kaçınmadan, doğrudan.

Bir de profesyonel destek almak – işlerin sarpa sarmasını, yaranın iltihaplanmasını beklemeden ama. Ve mutlaka çift ve aile terapisi konusunda özel eğitim almış, tecrübeli bir uzmandan.

 

image1

Yamalıbohça / Birleşmiş Aileler

İlkokuldayken hiç kaçırmadığım, “The Brady Bunch” diye bir dizi vardı – üç kızı ve bir kedisi olan bir kadınla, üç oğlu ve bir köpeği olan bir adamın evlenip aynı eve taşınmasıyla başlayan olaylar dizisi şeklinde özetleyebilirim konusunu. Aradan geçen otuzbeş seneye rağmen hala hatırlıyorum aile dinamiklerini. O zaman sıra dışı ve ilginç gelen bu aile çeşidinin artık literatürde bir adı var ve boşanma oranlarındaki hızlı artışla beraber çevremizdeki yamalıbohça aile sayısı da artıyor.

Yamalıbohça veya birleşmiş aile, ilk evliliğinden de çocukları olan iki kişinin evlenmesiyle oluşan aile çeşidi; eşlerden en az birinin ikinci evliliği ve eşlerden en az biri zaten anne ya da baba.

Yamalıbohça aile kaç kişi diye bakıldığında o evi paylaşan kişiler, sadece belirli günlerde gelen çocuklar ve birlikte yaşamadıkları ebeveynler, hatta onların ebeveynleri bile sayıya dahil edilir. O yüzden bu ailenin dinamikleri, biyolojik aileye göre çok, ama çok farklı.

İşin içinde bir vefat olmadığı sürece yamalıbohça aile sisteminde iki veya üç ev olur. Yani iki veya üç çekirdekli bir sistem bu. Evler çocuklardan dolayı hem duygusal, hem de ekonomik bağlarla birbirine bağlı.

Çift boyutundan bakınca, “Evliyim Ama Duygusal Olarak Boşandım.” / “Boşandım Ama Duygusal Olarak Evliyim.” adlı yazımda özetlemiş olduğum duygusal boşanmanın tamamlanmış olması, sağlıklı bir yamalıbohça ailenin kurulması için ön şart. Çocuk boyutunda ise bir ebeveyn vefat ettiyse fiziksel ölümün, ebeveynler boşandıysa da psikolojik ölümün yasının tutulmuş olması gerekir. Bu süre 6 ayla 36 ay arasında değişir.

Böyle bir aile kuruyorsanız sizin için en önemli şey, sabır! Araştırmalar, yamalıbohça ailelerde aile birliğinin oluşmasının iki-üç yıl sürdüğünü söylüyor. Bu ailelerde evlilik ve aile hayatından alınan haz, başlangıçta daha düşük – ancak zamanla artıyor. Hatta uzun vadede çocuklarda boşanmanın açtığı yaraları bile iyileştirme potansiyeli var. Ama zamanla. Ve emekle. Ve sabırla.

Yamalıbohça ailelerde çift birbirine daha az vakit ayırabiliyor. Stres seviyesi doğal olarak daha yüksek; belirsizlik daha fazla. Üvey ebeveynlerin birincil ebeveyn seviyesine ulaşabilmesi 2-5 yıl sürüyor. O zamana kadar çocukların kızgınlık gibi olumsuz duygularını üvey ebeveyne yönlendirmesi, onunla rekabete girmesi, hatta bu ebeveyni tamamen dışlaması sık rastlanan tepkiler. İşin içinde kaygı var, hayal kırıklığı var, kıskançlık var. Bu süreçte çocuklar biyolojik ebeveyni idealize edebiliyor.

Velayeti elinde bulunduran ebeveynle yalnız yaşamaya alışan çocuk için eve yeni aile bireylerinin girmesi endişe uyandırır ve adapte olunması gereken yeni bir değişim sürecidir.

Evlenen velayeti elinde bulundurmayan ebeveyn ise, hele evlendiği çocuğu olan bir kişiyse, bu durum, evden ayrılan ve artık kısıtlı sürelerle gördüğü anne veya babasının yeni evini, dolayısıyla hayatını, kendisine kapatıp, başka kişilere açtığı şeklinde algılanabilir. Çocuk için bu travmatik bir deneyimdir – bazen boşanmadan daha fazla.

Ancak öte yandan yamalıbohça aileler kayıp kadar umuttan da doğar. Yaşanmış tecrübeler elimizdekinin değerini bilmemizi kolaylaştırır. Empati ve psikolojik dayanıklılık artmıştır. Yeni aile bağları, yeni destekler anlamına gelebilir. Hayatımıza yeni fikirler, yeni bakış açıları girer. Bir adaptasyon süreci gerekir ama bu yeni ‘normal’ olur bir süre sonra.

Eski aidiyetlerimizden vazgeçmek zorunda olmamak, bunlarla ilgili konuşabilmek, duyguları baskılamamak aile üyelerine iyi gelen şeyler. Ebeveynlerin bütün aile bireylerine ayırdığı zamanı dengelemesi, kucaklayıcı, kapsayıcı olmaları önemli.

Yamalıbohça ailenin kendine özel yeni gelenekler ve aile ritüelleri geliştirmesi gerekir. Bu sadece doğum günü, yılbaşı gibi özel günlerin nasıl kutlanacağı değil, kaçta yatılacağı, kaçta kalkılacağı, evde nasıl bir iş bölümü yapılacağı, akşam yemeğinin saat kaçta yenileceği gibi öngörülebilir kuralları da içerir ve özellikle çocuklarda güven duygusunun oluşması için kritiktir. Haftada bir bütün aile üyeleriyle oyun akşamı düzenlemek ve beraber çeşitli kutu oyunları oynamak güzel bir örnek olabilir. “Akşam yemeğe geliyor musun?” adlı yazımda, ailece yenilen akşam yemeklerinin önemini vurgularken bu sofralar için ipuçları paylaşmıştım, bir göz atın.

Sayfadaki fotoğrafta gördüğünüz mavi dönenceyi ailelerle ilgili sunumlarımda kullanıyorum. Bu denizatı ailesi, birbirlerine görünmeyen bağlarla bağlı. İlk bakışta bu bağlar görünmeyebilir; boşlukta asılı duran izole parçalar gibi gelebilir deniz atları – ama öyle değiller. Her birinin konumu farklı, baktığı yön farklı. Ama birini hareket ettirdiğinizde, hepsi hareket ediyor; sürekli etkileşim içindeler. Deniz atı ayrıca benim için ailelerin sürprizli doğasını da temsil ediyor. Özellikle yamalıbohça ailelerin!

Yamalıbohça ailelerle ilgili daha detaylı bilgi için Danışman Psikolog Ani Eryorulmaz’ın Destek Yayınları tarafından 2013 yılında yayımlanan “Eyvah Boşanıyorum! Biyolojik Aileden Yamalıbohça Aileye” adlı kitabını öneririm.

Denizati_Mobile

Boşanma Dosyası #2: Boşanıyoruz – Çocuklar Ne Olacak?

Araştırmalara göre ayrılık sürecinde anne babalar en çok üç konuyla ilgili kaygılanıyor: Çocuklar, para ve yalnızlık. Bu yazı kaygıların çocuk boyutuyla ilgili.

Öncelikle, boşanma sadece annenin ve babanın boşanması değil – bunu kabul edelim. Boşanan, bütün aile bireyleri. Bu süreçte herkes için bir kayıp söz konusu ve bu çok boyutlu bir kayıp. Anne ve baba ne kadar üzülürse üzülsün, bu konuda karar alıcı konumunda. Çocukların ise hiçbir söz hakkı yok. Yetişkinlerin verdiği karar onlara açıklanıyor ve durumu kabullenip alışmaları bekleniyor. Buradan başlayalım – bu kararı çocuklara nasıl açıklayacağız..

Her şeyden önce, ideal olan, bu kararı anneyle babanın çocuklara birlikte açıklaması – birbirini suçlamadan, sakin bir şekilde, hala bir takım, bir aile olduklarını hissettirerek.

Bu noktada rahat, sakin bir ortam seçmek önemli. Yalnız çok sık gitmediğiniz bir yeri tercih edin. Bazı çocuklar bu konuşmadan sonra o ortama yeniden girmek istemeyebiliyor, oturdukları koltuğa tekrar oturmayı reddedebiliyor, hatta üzerlerindeki kıyafetleri bile bir daha giymek istemeyenler var. Kimseyi korkutmak istemem; her çocuk böyle güçlü tepki vermiyor, ancak önlem almakta fayda var.

Tabii zamanlama da önemli. Annenin hangi evde, babanın hangi evde yaşayacağı, çocukların hangi gün kiminle kalacağı, okul-iş düzeni gibi detaylar netleşmeden önce çocuklarla konuşmayın. Belirsizliklerle dolu bir konuşmadansa, öngörülebilir, bütün sorularının cevap bulduğu bir konuşma çocukları daha az kaygılandırır. Sorularını somut ve istikrarlı bir şekilde cevaplayamayacaksanız, mutlaka konuşmayı erteleyin.

Siz siz olun, sıkışık bir zaman diliminde bu konuyu açmayın. Rahat rahat konuşabileceğiniz, birlikte vakit geçirebileceğiniz bir gün ve saat seçin.

Kimin söze başlayacağına, kimin nasıl devam edeceğine önceden karar vermek, hatta mümkünse konuşmanın kısa bir provasını yapmak iyi olur.

Boşanma kararı ortak bir karar olmasa da, anneyle baba, çocuklara ayrılmaya birlikte karar verdiklerini, bu kararı vermek için uzun uzun düşündüklerini ve bütün çözüm yollarını denediklerini söyleyebilir.

Ebeveynler, bundan sonra ayrı evlerde yaşayacaklarını, ancak hala bir aile olduklarını, hala anne-baba olduklarını, yalnızca artık karı-koca olmayacaklarını anlatmalı. Çocuklar bu konuşmadan sonra hem anneyi hem babayı istedikleri zaman arayabileceklerinden, istedikleri zaman görebileceklerinden emin olmalı.

Çocuklar tepkilerini hemen vermeyebilir, sorularını hemen sormayabilir. Konuşmadan sonra birkaç gün, hatta birkaç hafta bu konuyu açmayan çocuk, bir gece uyumadan önce sorular sormaya başlayabilir. Böyle durumlarda sakinliğinizi koruyarak sorularını sabırla cevaplayın. Ertelemeyin. Geçiştirmeyin. Aynı soruları tekrar tekrar soruyor olsalar bile.

Ülkemizde yapılan araştırmalar, bu aşamada çocukların en fazla hissettikleri duyguların belirsizlik, güvensizlik, endişe ve kaygı olduğunu gösteriyor. Bunun en önemli sebebi, bağlanmanın zedelenmiş, hatta kaybolmuş olduğu algısı. Ne kadar detaylı ve somut bilgi verilebilirse çocuklar o oranda rahatlar.

Alışma döneminde aile ve arkadaş desteği çok önemli. Spor başta olmak üzere hobi ve aktivitelerle çocuğun ilgi odağını evin dışına taşımak iyi gelecektir. Araştırmalara göre bu süreçten en olumsuz etkilenen çocuklar, boşanan ebeveynler arasında iletişim sağlamak, mesaj taşımak zorunda bırakılan çocuklar.

Ne yazık ki birçok araştırma, hem boşanmış hem de evli ailelerde çocukların anneleriyle ilişkilerinin, babalarıyla olan ilişkilerine kıyasla dikkat çekecek oranda daha iyi olduğunu gösteriyor. Ancak çocuğun annesine de babasına da eşit oranda ihtiyacı var. Bu noktada babalara daha fazla iş düşüyor.

Burada unutulmaması gereken önemli bir nokta var: Çocuklar anne-babalarının tekrar bir araya gelmesi için umut taşıdığı sürece kabullenme tam olarak gerçekleşmeyecektir. Anne ve babanın ayrı evlerde ayrı hayatları olduğunu gördükçe, yaşadıkça, çocuk da sürece adapte oluyor – belki de anne babasından daha hızlı! Genellikle ortalama ilk iki sene, uyum süreci olarak kabul edilebilir.

Bu süreçte psikolojik destek almak faydalı oluyor ama araştırmalar ülkemizde psikolojik destek alan çocuk sayısının düşük olduğu gösteriyor – erkek çocuklar için bu oran daha da düşük.

Çocuk için boşanmanın travmatik etki yaratıp yaratmaması tamamen olayı algılayış biçimine bağlı. Yaşanılan, çok kişisel bir deneyim. Duruma değil, çocuğun yapısına ve onun üzerindeki potansiyel etkilerine odaklanmak lazım. Her boşanma farklı. Her çocuk farklı.

Özellikle velayeti elinde bulunduran ebeveynin, boşanmanın yarattığı stresle etkin bir şekilde baş edebilmesi ve çocukların duygusal bakımını aksatmaması, çocukların uyum süreci için en önemli unsur. Uçaklarda ne diyorlar – oksijen maskesi önce bize, sonra çocuklara. Biz iyi olacağız ki, çocuklar iyi olsun.

Boşanma istatistikleri ortada – batı dünyasında, çocuk veya ebeveyn, çoğunluğun geliştirmesi gereken bir beceri artık ayrılık sonrası adaptasyon. Doğru idare edildiğinde çocuklar bu süreçten olgunlaşmış, psikolojik sağlamlığı ve adaptasyon becerileri güçlenmiş olarak çıkıyor.

“Herkes mi Boşanıyor?” adlı yazımda da belirttiğim gibi, boşanma durumunda ailenin şekli değişiyor ama aile yaşamı sona ermiyor. Ebeveynler çocukların hayatının bir parçası olmaya devam ediyor; yalnızca ikametgahları değişiyor. Boşanma yıpratıcı bir süreç olsa da, bu mesaj aklımızın bir köşesinde hep dursun.

Melis_BosanmisAile2