Seans Odasında Neler Oluyor? Terapi Neden İşe Yarıyor?

Bu soruların 90 saniye içinde okunabilecek kısa cevabı şöyle…

İnsan beyninin birbirine paralel çalışan iki bölümü var:

Biri, hayatta kalabilmemiz için, kaşla göz arasında karar almamızı sağlayan ‘sürüngen beynimiz’.

Diğeri de ilişkilerle, ahlakla, kurallarla ilgilenen ‘memeli beynimiz’.

Sürüngen beynimiz çok erken gelişiyor ve çok hızlı. Çalıştığının bilincinde değiliz. O hatırlamadığımız bebeklik, çocukluk deneyimlerimizin bir çoğu burada kayıtlı mesela.

Memeli beynimiz daha geç gelişiyor ve görece daha yavaş – yarım saniye kadar.

İşte ne oluyorsa bu yarım saniyede oluyor.

Mesela, diyelim ki bir arkadaşımız bize başka bir şehre taşınmaya karar verdiğini söyledi. Önce, biz farkında bile olmadan beynimiz, hafızamızı, bedenimizi, duygularımızı hızla tarar ve duyduğumuz bilgiyle ilgili veri toplar. Biz arkadaşımızın söylediklerinin farkına vardığımızda, bu yarım saniyelik süre geçmiş, bilgi beyinde birçok açıdan değerlendirilmiş, en eski hatıralar bile taranmış ve tepkiler tetiklenmiş olur.

Çünkü sürüngen beynimiz bizi hayatta tutmak için hızla harekete geçmiştir. Durum, küçük veya büyük, ne olursa olsun, beyin bir sebeple bizim için stres kaynağı olabileceğine karar verdiyse, bedenimize savaş ya da kaç emri vermiştir bile.

“Anı yaşıyorum” dediğimizde, aslında yarım saniye rötarlı yaşıyoruz!

Biz yarım saniye sonra davranış seçeneklerimizi gözden geçirirken, aslında geçmişten gelen bir sürü yanlış anlama, varsayım, inanç ve eksik bilgi hiç farkında olmasak da tepkimize temel oluşturmuş olabilir. Geçen yarım saniyenin içine büyük bir önyargı girebilir.

Arkadaşımızın taşınmasına dönecek olursak, yüzümüzde kocaman bir gülümsemeyle onu tebrik ederken birden ter döktüğümüzü ve nabzımızın hızlandığını fark edebilir ama buna o anda mantıklı bir anlam veremeyebiliriz mesela.

Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, algılamamız sandığımız kadar tarafsız değil.

Ancak artık beynin şekillendirilebilir olduğunu da biliyoruz. Beyni şekillendiren, deneyimler. Bu deneyimler anne karnında başlıyor ve ömür boyu devam ediyor. Beyin hepsini kaydediyor. Seans odasında olanlar da aslında birer deneyim.

Peki asıl sorumuza dönelim – terapi neden işe yarıyor?

Terapide eğitimli bir göz, bizi kısıtlayan varsayımlarımızı sorgular, beynimizin bilgileri nasıl bir önyargı süzgecinden geçirdiğini gözlemler ve yeni bakış açıları getirerek bu kapalı mantık sistemini bozmayı hedefler. Beynin farklı bölümlerinin entegre olmasını, bir bütün olarak işlemesini sağlamak için çalışır.

Seans odasında, biz farkında olmadan, beyindeki sinir hücreleri aktive olur, aralarında yeni bağlantılar kurulur, yeni şebekeler oluşur.

Bastırılmış duygular, anılar, zamanla su yüzüne çıkar, farklı bir gözle yeniden çerçevelenir.

Varsa bir illüzyonun kabukları tek tek, azar azar, sindirilebilir lokmalar halinde soyulur.

Tabii bütün bunlar, temeli ebeveyn-çocuk bağına dayanan, güvenli bir terapötik ilişki kurulduktan sonra gerçekleşebilir. Irvin Yalom’un da söylediği gibi, aslında iyileştiren, ilişkidir.

fullsizerender

Ayrılık Mevsimi

Ocak ayı, ayrılık mevsimi. İstatistikler böyle söylüyor.

Ayrılmayı düşünen kişilerin randevu için psikologların, boşanma ve aile avukatlarının en çok kapısını çaldıkları dönem. Online arkadaşlık sitelerinde trafiğin en yoğun olduğu zaman.

Bir yanda yeni yıla ‘aile’ olarak birlikte girme isteği, böyle bir günde ayrılık konusunu açmama, aileyi üzmeme güdüsü, diğer yanda da yeni bir takvim yılının kamçıladığı yeni kararlar alma, yeni adımlar atma, yeni bir başlangıç yapma arzusu neden olabiliyor ayrılık konusunun Ocak ayında gündeme gelmesine.

Bazen başka çiftlerle yapılan kutlama veya seyahatler, hatta sosyal medya paylaşımları bile, kendi ilişkimizi diğer ilişkilerle karşılaştıracağımız bir temel oluşturup çeşitli sorgulamaları tetikleyebiliyor. Bazen beklentilerimiz o kadar farklı oluyor ki, bu bile tek başına eşlerden birinde hayal kırıklığı yaratmaya yetiyor.

Yapılan masraflar stres seviyemizi artırabiliyor, anlaşmazlıkları pekiştirebiliyor.

Bazen Ocak ayını beklemenin tek nedeni zamların açıklanması, primlerin yatırılmış olması oluyor.

Anlayacağınız olası sebep çok.

Ocak ayının ilk Pazartesi günü (bugün!) birçok yabancı kaynakta “Divorce Monday” yani Boşanma Pazartesi’si olarak anılıyor. Ocak ayı ise “Divorce Month” yani Boşanma Ayı olarak. Gerçekte kastedilen aslında Ocak-Mart dönemi.

Boşanmak çok kolay. Bir hafta içinde boşanabilirsiniz.

Ancak boşanmış olup keşke boşanmasaydım diyen çiftler olduğu gibi, fırtınalı bir dönemi boşanmamayı seçerek atlatabilmiş olan mutlu çiftlerin sayısı da oldukça fazla.

Madem ayrılık mevsimindeyiz, benim önerim kararları aceleye getirmemek.

Herhangi bir adım atmadan önce çift ve aile terapisi konusunda eğitim almış, tecrübeli bir uzmana başvurmak.

Gün gün, adım adım gitmek.

2017 tatsız başladı. Devamının sağlıkla, huzurla, barışla gelmesi dileğiyle…

shutterstock_344285852

SOFRADA NE KONUŞALIM?

Önümüz bayram. Sofralar kurulacak, aile yemekleri yenecek, sohbetler edilecek.

Sorulan sorulara verdikleri “Evet.”, “Hayır.”, “İyi.”, “Tamam.” gibi kısa cevaplar dışında pek sesi soluğu çıkmayan  aile üyeleriyle baş etmek (ki bunlar canı sıkılmış ergenler kadar elinden telefonunu düşüremeyen ebeveynler de olabilir!), sofraları daha neşeli hale getirmek için bazı öneriler paylaşmak istiyorum.

Bu vesileyle en popüler blog yazılarımdan biri olan “Akşam Yemeğe Geliyor Musun?” yazısında bahsettiğim “The Family Dinner Project” (Aile Akşam Yemeği Projesi) kitabında ve projenin internet sitesinde önerilen bazı aktiviteleri hatırlatmak ve yeniden (ve şiddetle!) önermek istedim.

20 SORU

Bir aile üyesi, ailece paylaştıkları bir anıyı düşünür. Diğer aile üyeleri sırayla sorular sorarak aklında tuttuğu anının hangisi olduğunu tahmin etmeye çalışır: Tatilde miydik? Yemeğe mi çıkmıştık? Komik miydi? Başka insanlar da var mıydı?

HİKAYE YARATMA

Ufak kağıtlara çeşitli kelimeler yazılır ve hepsi bir kutuya konulur. Her aile üyesi bir kağıt seçer. Seçilen kelimeleri kullanarak hep birlikte bir hikaye oluşturulur.

KULAKTAN KULAĞA

Bu bir klasik! Bir kişi seçtiği bir cümleyi yanındakinin kulağına fısıldar ve sırayla kulaktan kulağa bütün masa devam eder. En son kişi yüksek sesle duyduğu cümleyi tekrar eder. Cümlenin ne kadar değişmiş olduğuna bakılır.

TERCİH

Sırayla birbirinize tercih soruları sorabilirsiniz. Örneğin:

  • Telefonsuz yaşamayı mı tercih ederdin, televizyonsuz mu?
  • Kaybeden takımın en iyi oyuncusu olmayı mı tercih ederdin, kazanan takımın en kötü oyuncusu olmayı mı?
  • Uçabilmeyi mi tercih ederdin, görünmez olmayı mı?
  • Geçmişte yaşamayı mı tercih ederdin, gelecekte yaşamayı mı?
  • At olmayı mı tercih ederdin, tavşan olmayı mı?
  • Bir tabak solucan yemeyi mi tercih ederdin, bir tabak çekirge yemeyi mi?
  • Ellerinin yerinde ayaklarının olmasını mı tercih ederdin, ayaklarının yerinde ellerinin olmasını mı?
  • Uzayda yaşamayı mı tercih ederdin, denizin altında mı?

SOHBET KAVANOZU

Ufak kağıtlara önceden çeşitli sorular yazılır ve hepsi bir kavanoza doldurulur. Her bir aile bireyi bu kağıtlardan birini çeker ve cevap verir. Örneğin:

  • “En iyi arkadaşın kim?”
  • “Ailemizle ilgili en sevdiğin anın hangisi?”
  • “İsminin nasıl / neden seçildiğini biliyor musun?”
  • “Üç dileğin olsa, ne dilerdin?”
  • “En sevdiğin özelliğin hangisidir?”
  • “Kendini en rahat hissettiğin yer neresi?”
  • “Hep aynı yaşta kalabilecek olsan, hangi yaşta kalırdın? Neden?”

… HAKKINDA EN SEVDİĞİM 20 ŞEY

Bir konu seçin (veya aklınıza gelen konuları ufak kağıtlara yazıp bir kavanoza koyduktan sonra kura çekin). Sofrada oturan her kişi o konuda en çok neyi sevdiğini söylesin. Konu bir yer, bir mevsim hatta bir kişi dahi olabilir. Hatta söylenenleri yazıp saklarsanız 5, 10, hatta 20 yıl sonra açıp hatırlamak eğlenceli olabilir!

İyi bayramlar, keyifli sofralar!

Kaynak: http://thefamilydinnerproject.org

img_0019

Siz Neye Bağımlısınız?

Bağımlılık deyince aklınıza ne geliyor? Sigara? Alkol? Uyuşturucu? Kumar? Seks? Alışveriş? Bir de sosyal olarak daha kabul edilebilir bağımlılıklarımız var. Onlara o kadar alışmışız ki bağımlı olduğumuzun bile farkında değiliz belki. Mesela yemek, çay, kahve, gazlı içecekler, şeker, çikolata? Ya da iş, spor, adrenalin, aşk, telefon, televizyon, bilgisayar oyunları, hatta selfie çekmek? Siz neye bağımlısınız?

Bir davranışı istediğimizden daha sık tekrarlıyorsak, olumsuz etkilerine rağmen devam ediyorsak, davranışı bırakma ya da azaltma girişimlerimiz boşa gidiyorsa, sorumluluklarımıza ayıracağımız vakti bu davranışa ayırıyorsak, hatta sıklığını ve yoğunluğunu artırıyorsak, yapamadığımızda kendimizi huzursuz, sinirli hissediyorsak, yaptığımız şey ne olursa olsun, bu bir bağımlılık.

Fizyolojik temelli yani fiziksel bağımlılıklar daha ürkütücü görünse de tedavisi görece daha kolay. Psikolojik temelli, davranışsal bağımlılıklardan kurtulmak, kişinin isteğine bağlı olduğu için biraz daha zor. Psikolojik bağımlılıkların beyinde yarattığı kimyasal değişikliklerin madde bağımlılığına paralel olduğunu gösteren araştırmalar var. Yani hepsi ciddi. Ancak bazıları hayatımıza çok yeni girdiği ve hatta eğlenceyle bağlantılandırdığımız için tedavi gerektirebilecekleri aklımıza gelmiyor.

Mesela ‘selfie’ bağımlılığı – teknolojik gelişmelerin hayatımıza soktuğu yeni bir bağımlılık. Kişinin kendi fotoğraflarını çekip, sık sık sosyal medyada paylaşması. Eminim hepimizin aklına en az bir iki kişi gelmiştir bu kategoriye girebilecek. Selfie bağımlılığının altında genellikle fark edilme ve/veya beğenilme ihtiyacı yatıyor. Çoğunlukla geçmişte yaşanmış olumsuz bir deneyim nedeniyle ortaya çıkan yetersizlik, yalnızlık, değersizlik duygularının yarattığı boşluğu gidermek için sosyal medya bir araç oluyor. Dediğim gibi, amaç, fark edilmek.

Bir de teknoloji bağımlılığı var. Televizyon, bilgisayar, telefon, iPad hepsi bu kategoriye giriyor ve özellikle anne babaların daha dertli olduğu, en çok soru aldığımız alan bu. Diğer bağımlılıklardan en büyük farkı çok yaygın olması ve çocukları da etkilemesi. Yine gerçek hayatta karşılanamayan ihtiyaçlar, teknolojik araçlarla karşılanıyor. Dış dünyayla kurulamayan güven veya hissedilen yalnızlık sonucu oluşan boşluk, sanal ortamda dolduruluyor.

Bu noktada altını çizmek istediğim önemli bir nokta var: Anne babalar teknoloji bağımlılığıyla baş etmek için genellikle kısıtlama yöntemini kullanıyorlar (önerilen süre günde en fazla 2 saatin teknolojiye ayrılması). Halbuki tek başına kısıtlama, bağımlılığı şiddetlendirebilir. Risklidir. Yeterli bir çözüm değildir.

Bütün davranışsal bağımlılıklarda olduğu gibi bağımlılığın ortaya çıkma sebebini araştırmak, bağımlılığın giderdiği eksikliği, boşluğu tespit etmek ve devamında semptomu değil, kaynağı, yani gerçek yarayı tedavi etmek tek kalıcı çözüm.

Tekrar sorayım, siz neye bağımlısınız?

IMG_0016

TÜKETİM PSİKOLOJİSİ. İLİŞKİLER. EVLİLİK.

Tüketim toplumu olduk diyoruz sohbetlerde – biraz şikayet, biraz kabullenmeyle. İşin kötüsü ilişkilerde de hissettiriyor kendini bu tespit:

– “Hayal ettiğim gibi olmadı.”

– “Başta iyiydi, sonra bozuldu.”

– “Bunu istiyordum ama artık istemiyorum.”

Bazı seanslarda kendimi tüketici şikayet hattı gibi hissediyorum! Elimizdekinden memnun değiliz. Sürekli bir alternatifleri değerlendirme hali… Yeni modeli çıkınca eskisi değersizleşen ürünler gibi.

Çok istediğimiz bir şeye sahip olduktan sonra, onu istemeye ne kadar devam edebiliriz?

Olumsuz unsurlara odaklanmak yerine eşimizin olumlu yönlerini hatırlamak, bardağın dolu tarafını görmek çok mu zor?

Eşimizi acımasızca eleştiriyoruz, peki bizi sevmek, kabullenmek çok mu kolay? Biz çok mu mükemmeliz? Çok mu sevilesi insanlarız?

Eşim beyaz atlı prens çıkmadı, peki ben gerçekten prenses miyim?
(ya da tam tersi!)

Eskisini tüketip, yeni bir prens / prenses aramaya koyulmadan önce bunu bir soralım kendimize.. Ama dürüstçe!

Hayatı sorguladığımız dönemlerde bir yanımız sevgi, şefkat, güven, istikrar ararken diğer yanımız merak, heyecan duygularına kapılıp belirsizliğin çekiciliğine yönelmek ister. Yapımız böyle. Bu iç çatışmada sizde kazanan hangi taraf? Güvenlik mi, macera mı?

Geçenlerde Amerikalı bir çiftin “As long as we both shall live…” yani “Yaşadığımız sürece…” olarak klasikleşmiş evlilik yeminini “As long as we both shall love…” yani “Sevdiğimiz sürece…” olarak değiştirdiklerini fark ettim. Bu konuda gerçekçi olmadığım için değil – tabii ki sevgisiz bir beraberliği devam ettirme taraftarı değilim. Ama sevgi emek ve çaba istiyor. Tamam artık bitti demek, kestirip atmak en kolayı.

Zaman tutkuyu öldürür derler. Bu cümleye hiçbir zaman inanmadım. Araştırmalar, cinsel tatminin uzun süreli ilişkilerde çok daha yüksek olduğunu gösteriyor mesela. Tutkuyu öldüren zaman değil. Tutkuyu öldüren tembellik. Tutkuyu öldüren kanıksama. Tutkuyu öldüren öncelik vermeme. Değerli, kıymetli hissetmeme, hissettirmeme.

İngilizcede ‘family’ yani ‘aile’ kelimesi, ‘familiar’ yani ‘aşinalık’ kelimesiyle aynı kökten türemiş. Evlilik, aile olmak, sürekliliği, aidiyeti beraberinde getirir. Hem geçmişi, hem de geleceği kapsar. Bu da çok kıymetli. Hızla tüketilmeyecek, hemen kestirip atılmayacak kadar.

Araştırmalar da fırtınalı dönemleri atlatabilen çiftlerin ileride çok daha mutlu olduklarını gösteriyor.

Peki nasıl atlatacağız büyük fırtınaları?

İşyerinde projelerimize, müşterilerimize gösterdiğimiz titizliği, özeni, çabayı, ilişkimize de göstermemiz, verdiğimiz önceliği ilişkimize de vermemiz lazım. Zamanımızı yönetirken, işlerimizi önem ve aciliyet derecesine göre önceliklendirirken de.

Saygı çok önemli. En az sevgi kadar.

Asıl anahtar kelime tabii iletişim. Cevap vermek için değil, gerçekten anlamak için dinlemek; gerekirse konuşmayı ertelemek. Kendimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı açık ve net ifade etmek – ima etmeden, anlaşıldığımızı varsaymadan, kaçınmadan, doğrudan.

Bir de profesyonel destek almak – işlerin sarpa sarmasını, yaranın iltihaplanmasını beklemeden ama. Ve mutlaka çift ve aile terapisi konusunda özel eğitim almış, tecrübeli bir uzmandan.

 

image1

Yamalıbohça / Birleşmiş Aileler

İlkokuldayken hiç kaçırmadığım, “The Brady Bunch” diye bir dizi vardı – üç kızı ve bir kedisi olan bir kadınla, üç oğlu ve bir köpeği olan bir adamın evlenip aynı eve taşınmasıyla başlayan olaylar dizisi şeklinde özetleyebilirim konusunu. Aradan geçen otuzbeş seneye rağmen hala hatırlıyorum aile dinamiklerini. O zaman sıra dışı ve ilginç gelen bu aile çeşidinin artık literatürde bir adı var ve boşanma oranlarındaki hızlı artışla beraber çevremizdeki yamalıbohça aile sayısı da artıyor.

Yamalıbohça veya birleşmiş aile, ilk evliliğinden de çocukları olan iki kişinin evlenmesiyle oluşan aile çeşidi; eşlerden en az birinin ikinci evliliği ve eşlerden en az biri zaten anne ya da baba.

Yamalıbohça aile kaç kişi diye bakıldığında o evi paylaşan kişiler, sadece belirli günlerde gelen çocuklar ve birlikte yaşamadıkları ebeveynler, hatta onların ebeveynleri bile sayıya dahil edilir. O yüzden bu ailenin dinamikleri, biyolojik aileye göre çok, ama çok farklı.

İşin içinde bir vefat olmadığı sürece yamalıbohça aile sisteminde iki veya üç ev olur. Yani iki veya üç çekirdekli bir sistem bu. Evler çocuklardan dolayı hem duygusal, hem de ekonomik bağlarla birbirine bağlı.

Çift boyutundan bakınca, “Evliyim Ama Duygusal Olarak Boşandım.” / “Boşandım Ama Duygusal Olarak Evliyim.” adlı yazımda özetlemiş olduğum duygusal boşanmanın tamamlanmış olması, sağlıklı bir yamalıbohça ailenin kurulması için ön şart. Çocuk boyutunda ise bir ebeveyn vefat ettiyse fiziksel ölümün, ebeveynler boşandıysa da psikolojik ölümün yasının tutulmuş olması gerekir. Bu süre 6 ayla 36 ay arasında değişir.

Böyle bir aile kuruyorsanız sizin için en önemli şey, sabır! Araştırmalar, yamalıbohça ailelerde aile birliğinin oluşmasının iki-üç yıl sürdüğünü söylüyor. Bu ailelerde evlilik ve aile hayatından alınan haz, başlangıçta daha düşük – ancak zamanla artıyor. Hatta uzun vadede çocuklarda boşanmanın açtığı yaraları bile iyileştirme potansiyeli var. Ama zamanla. Ve emekle. Ve sabırla.

Yamalıbohça ailelerde çift birbirine daha az vakit ayırabiliyor. Stres seviyesi doğal olarak daha yüksek; belirsizlik daha fazla. Üvey ebeveynlerin birincil ebeveyn seviyesine ulaşabilmesi 2-5 yıl sürüyor. O zamana kadar çocukların kızgınlık gibi olumsuz duygularını üvey ebeveyne yönlendirmesi, onunla rekabete girmesi, hatta bu ebeveyni tamamen dışlaması sık rastlanan tepkiler. İşin içinde kaygı var, hayal kırıklığı var, kıskançlık var. Bu süreçte çocuklar biyolojik ebeveyni idealize edebiliyor.

Velayeti elinde bulunduran ebeveynle yalnız yaşamaya alışan çocuk için eve yeni aile bireylerinin girmesi endişe uyandırır ve adapte olunması gereken yeni bir değişim sürecidir.

Evlenen velayeti elinde bulundurmayan ebeveyn ise, hele evlendiği çocuğu olan bir kişiyse, bu durum, evden ayrılan ve artık kısıtlı sürelerle gördüğü anne veya babasının yeni evini, dolayısıyla hayatını, kendisine kapatıp, başka kişilere açtığı şeklinde algılanabilir. Çocuk için bu travmatik bir deneyimdir – bazen boşanmadan daha fazla.

Ancak öte yandan yamalıbohça aileler kayıp kadar umuttan da doğar. Yaşanmış tecrübeler elimizdekinin değerini bilmemizi kolaylaştırır. Empati ve psikolojik dayanıklılık artmıştır. Yeni aile bağları, yeni destekler anlamına gelebilir. Hayatımıza yeni fikirler, yeni bakış açıları girer. Bir adaptasyon süreci gerekir ama bu yeni ‘normal’ olur bir süre sonra.

Eski aidiyetlerimizden vazgeçmek zorunda olmamak, bunlarla ilgili konuşabilmek, duyguları baskılamamak aile üyelerine iyi gelen şeyler. Ebeveynlerin bütün aile bireylerine ayırdığı zamanı dengelemesi, kucaklayıcı, kapsayıcı olmaları önemli.

Yamalıbohça ailenin kendine özel yeni gelenekler ve aile ritüelleri geliştirmesi gerekir. Bu sadece doğum günü, yılbaşı gibi özel günlerin nasıl kutlanacağı değil, kaçta yatılacağı, kaçta kalkılacağı, evde nasıl bir iş bölümü yapılacağı, akşam yemeğinin saat kaçta yenileceği gibi öngörülebilir kuralları da içerir ve özellikle çocuklarda güven duygusunun oluşması için kritiktir. Haftada bir bütün aile üyeleriyle oyun akşamı düzenlemek ve beraber çeşitli kutu oyunları oynamak güzel bir örnek olabilir. “Akşam yemeğe geliyor musun?” adlı yazımda, ailece yenilen akşam yemeklerinin önemini vurgularken bu sofralar için ipuçları paylaşmıştım, bir göz atın.

Sayfadaki fotoğrafta gördüğünüz mavi dönenceyi ailelerle ilgili sunumlarımda kullanıyorum. Bu denizatı ailesi, birbirlerine görünmeyen bağlarla bağlı. İlk bakışta bu bağlar görünmeyebilir; boşlukta asılı duran izole parçalar gibi gelebilir deniz atları – ama öyle değiller. Her birinin konumu farklı, baktığı yön farklı. Ama birini hareket ettirdiğinizde, hepsi hareket ediyor; sürekli etkileşim içindeler. Deniz atı ayrıca benim için ailelerin sürprizli doğasını da temsil ediyor. Özellikle yamalıbohça ailelerin!

Yamalıbohça ailelerle ilgili daha detaylı bilgi için Danışman Psikolog Ani Eryorulmaz’ın Destek Yayınları tarafından 2013 yılında yayımlanan “Eyvah Boşanıyorum! Biyolojik Aileden Yamalıbohça Aileye” adlı kitabını öneririm.

Denizati_Mobile

Boşanma Dosyası #2: Boşanıyoruz – Çocuklar Ne Olacak?

Araştırmalara göre ayrılık sürecinde anne babalar en çok üç konuyla ilgili kaygılanıyor: Çocuklar, para ve yalnızlık. Bu yazı kaygıların çocuk boyutuyla ilgili.

Öncelikle, boşanma sadece annenin ve babanın boşanması değil – bunu kabul edelim. Boşanan, bütün aile bireyleri. Bu süreçte herkes için bir kayıp söz konusu ve bu çok boyutlu bir kayıp. Anne ve baba ne kadar üzülürse üzülsün, bu konuda karar alıcı konumunda. Çocukların ise hiçbir söz hakkı yok. Yetişkinlerin verdiği karar onlara açıklanıyor ve durumu kabullenip alışmaları bekleniyor. Buradan başlayalım – bu kararı çocuklara nasıl açıklayacağız..

Her şeyden önce, ideal olan, bu kararı anneyle babanın çocuklara birlikte açıklaması – birbirini suçlamadan, sakin bir şekilde, hala bir takım, bir aile olduklarını hissettirerek.

Bu noktada rahat, sakin bir ortam seçmek önemli. Yalnız çok sık gitmediğiniz bir yeri tercih edin. Bazı çocuklar bu konuşmadan sonra o ortama yeniden girmek istemeyebiliyor, oturdukları koltuğa tekrar oturmayı reddedebiliyor, hatta üzerlerindeki kıyafetleri bile bir daha giymek istemeyenler var. Kimseyi korkutmak istemem; her çocuk böyle güçlü tepki vermiyor, ancak önlem almakta fayda var.

Tabii zamanlama da önemli. Annenin hangi evde, babanın hangi evde yaşayacağı, çocukların hangi gün kiminle kalacağı, okul-iş düzeni gibi detaylar netleşmeden önce çocuklarla konuşmayın. Belirsizliklerle dolu bir konuşmadansa, öngörülebilir, bütün sorularının cevap bulduğu bir konuşma çocukları daha az kaygılandırır. Sorularını somut ve istikrarlı bir şekilde cevaplayamayacaksanız, mutlaka konuşmayı erteleyin.

Siz siz olun, sıkışık bir zaman diliminde bu konuyu açmayın. Rahat rahat konuşabileceğiniz, birlikte vakit geçirebileceğiniz bir gün ve saat seçin.

Kimin söze başlayacağına, kimin nasıl devam edeceğine önceden karar vermek, hatta mümkünse konuşmanın kısa bir provasını yapmak iyi olur.

Boşanma kararı ortak bir karar olmasa da, anneyle baba, çocuklara ayrılmaya birlikte karar verdiklerini, bu kararı vermek için uzun uzun düşündüklerini ve bütün çözüm yollarını denediklerini söyleyebilir.

Ebeveynler, bundan sonra ayrı evlerde yaşayacaklarını, ancak hala bir aile olduklarını, hala anne-baba olduklarını, yalnızca artık karı-koca olmayacaklarını anlatmalı. Çocuklar bu konuşmadan sonra hem anneyi hem babayı istedikleri zaman arayabileceklerinden, istedikleri zaman görebileceklerinden emin olmalı.

Çocuklar tepkilerini hemen vermeyebilir, sorularını hemen sormayabilir. Konuşmadan sonra birkaç gün, hatta birkaç hafta bu konuyu açmayan çocuk, bir gece uyumadan önce sorular sormaya başlayabilir. Böyle durumlarda sakinliğinizi koruyarak sorularını sabırla cevaplayın. Ertelemeyin. Geçiştirmeyin. Aynı soruları tekrar tekrar soruyor olsalar bile.

Ülkemizde yapılan araştırmalar, bu aşamada çocukların en fazla hissettikleri duyguların belirsizlik, güvensizlik, endişe ve kaygı olduğunu gösteriyor. Bunun en önemli sebebi, bağlanmanın zedelenmiş, hatta kaybolmuş olduğu algısı. Ne kadar detaylı ve somut bilgi verilebilirse çocuklar o oranda rahatlar.

Alışma döneminde aile ve arkadaş desteği çok önemli. Spor başta olmak üzere hobi ve aktivitelerle çocuğun ilgi odağını evin dışına taşımak iyi gelecektir. Araştırmalara göre bu süreçten en olumsuz etkilenen çocuklar, boşanan ebeveynler arasında iletişim sağlamak, mesaj taşımak zorunda bırakılan çocuklar.

Ne yazık ki birçok araştırma, hem boşanmış hem de evli ailelerde çocukların anneleriyle ilişkilerinin, babalarıyla olan ilişkilerine kıyasla dikkat çekecek oranda daha iyi olduğunu gösteriyor. Ancak çocuğun annesine de babasına da eşit oranda ihtiyacı var. Bu noktada babalara daha fazla iş düşüyor.

Burada unutulmaması gereken önemli bir nokta var: Çocuklar anne-babalarının tekrar bir araya gelmesi için umut taşıdığı sürece kabullenme tam olarak gerçekleşmeyecektir. Anne ve babanın ayrı evlerde ayrı hayatları olduğunu gördükçe, yaşadıkça, çocuk da sürece adapte oluyor – belki de anne babasından daha hızlı! Genellikle ortalama ilk iki sene, uyum süreci olarak kabul edilebilir.

Bu süreçte psikolojik destek almak faydalı oluyor ama araştırmalar ülkemizde psikolojik destek alan çocuk sayısının düşük olduğu gösteriyor – erkek çocuklar için bu oran daha da düşük.

Çocuk için boşanmanın travmatik etki yaratıp yaratmaması tamamen olayı algılayış biçimine bağlı. Yaşanılan, çok kişisel bir deneyim. Duruma değil, çocuğun yapısına ve onun üzerindeki potansiyel etkilerine odaklanmak lazım. Her boşanma farklı. Her çocuk farklı.

Özellikle velayeti elinde bulunduran ebeveynin, boşanmanın yarattığı stresle etkin bir şekilde baş edebilmesi ve çocukların duygusal bakımını aksatmaması, çocukların uyum süreci için en önemli unsur. Uçaklarda ne diyorlar – oksijen maskesi önce bize, sonra çocuklara. Biz iyi olacağız ki, çocuklar iyi olsun.

Boşanma istatistikleri ortada – batı dünyasında, çocuk veya ebeveyn, çoğunluğun geliştirmesi gereken bir beceri artık ayrılık sonrası adaptasyon. Doğru idare edildiğinde çocuklar bu süreçten olgunlaşmış, psikolojik sağlamlığı ve adaptasyon becerileri güçlenmiş olarak çıkıyor.

“Herkes mi Boşanıyor?” adlı yazımda da belirttiğim gibi, boşanma durumunda ailenin şekli değişiyor ama aile yaşamı sona ermiyor. Ebeveynler çocukların hayatının bir parçası olmaya devam ediyor; yalnızca ikametgahları değişiyor. Boşanma yıpratıcı bir süreç olsa da, bu mesaj aklımızın bir köşesinde hep dursun.

Melis_BosanmisAile2

Akşam yemeğe geliyor musun?

Ferzan Özpetek filmlerini çok severim. En çok da hemen hemen bütün filmlerinde yer alan kalabalık sofraları.

Ben de böyle büyüdüm. Kalabalık olmasa da, bizim evde akşam yemeklerinde sofraya beraber oturulurdu. Dördümüz de birbirimizin o gün ne yaptığından, ne yapmadığından haberdar olurduk. Yaşarken çok da önemli bir detay gibi gelmezdi bana. Ne zaman ki büyüdüm, kendi çocuklarım oldu, o zaman anladım beraber yenilen akşam yemeklerinin, aile sofralarının değerini.

13-14 yaşlarındaydım; okuldan bir arkadaşım, evlerinde ailece akşam yemeği yenmediğini söylemişti. Kim evdeyse, acıktığında kendi tabağına yemek alıp odasında ya da televizyon karşısında yermiş. Bu tablo bana üzücü gelmişti. Herhalde ilk defa o gün düşünmeye başlamıştım akşam yemeğinde konuştuklarımızı, konuşmadıklarımızı.

Geçen akşam bizim evde çok sevdiğim dostlarımla çoluk çocuk, şen şakrak bir yemeğe ev sahipliği yaptım yine. O sofra, bu yazıya vesile olmuş oldu!

Günümüzde anne babaların iş ve sosyal hayatı, çocukların okulları, ödevleri, aktiviteleri derken her akşam aynı saatte ailece sofraya oturmak zorlaştı. Bunu yapamadığımız zamanlar beni huzursuz etmiştir her zaman; bir şeyler eksik kalmış gibi hissetmişimdir. Çocukken öğrendiklerimiz, alıştıklarımız ne kadar güçlü öğrenmelermiş meğer!

Amerika Birleşik Devletleri’nde Anne K. Fishel tarafından başlatılan “The Family Dinner Project” (Ailece Akşam Yemeği Projesi) projesinden, arkadaşım Yudum Akyıl aracılığıyla haberdar olmuştum. Duyar duymaz American Management Association tarafından 2015 yılında basılan “Home For Dinner” (Akşam Yemeği Evde) adlı kitabı aldım – bir nefeste de okudum.

Dr. Fishel kitabında hem kendi ailesiyle yemek yaparken / yemek yerken yaşadığı tecrübelerini paylaşıyor, hem de bir aile terapisti olarak danışanlarının bu konuya odaklandıklarında hayatlarında nasıl bir fark yaratabildiğini örnek yöntemlerle açıklıyor.

Dr. Fishel’ın ifadesiyle, bir çift için cinsellik ne ise, çocuklar için kum havuzu ne ise, gençler için müzik ne ise, aileler için de yemek sofraları o. Ailece birlikte yemek yeme alışkanlığının aile bireylerini madde bağımlılığı, obezite, okulda düşük notlar ve çeşitli davranışsal sorunlardan koruduğunu gösteriyor araştırmalar.

Yine araştırmalar, akşam yemeğinde yapılan sohbetlerin, çocukların dil gelişimi için kitap okumak kadar faydalı olduğunu gösteriyor. Aile bireylerinin birbirine anlattıkları hikayeler, çocukların kendilerine güvenlerinin artmasına katkı sağlıyor.

Birlikte yemek yiyen aile bireylerinin yemek dışında da birlikte daha fazla zaman geçirdiğini, aralarındaki bağın daha güçlü olduğunu görüyoruz.

Tabii sadece masanın başında oturmak yeterli olmuyor. Bazı evlerde ailelerin birlikte sofraya oturduklarına tanık oluyorum ama anneler çocukları azarlıyorsa, anne-baba kavga ediyorsa, ya da en kötüsü, herkes sessizce oturuyorsa, bunun sürece pek de faydası olmuyor. Hele ki aile bireylerinden biri veya birkaçı bu ortamdan kaçınıyorsa, bunun sebeplerine bakmak lazım.

Yemek bir sembol. Birlikte yemek yemek ailenin ortak bir değer, bir kimlik yaratmasını kolaylaştıran, aile bireylerinin bağını güçlendiren bir ritüel aslında. Yalnızca “Günün nasıl geçti?” sorusuyla sınırlı kalmamak için sofrada oynayabileceğimiz bazı oyunlar da var. İşte birkaç örnek:

  • Gül ve diken: Her bir aile bireyi o gün yaşadıklarından bir olumlu (gül) bir de olumsuz (diken) tecrübesini paylaşır.
  • İki doğru bir yalan: Her bir aile bireyi, o gün başından geçen olaylarla ilgili ikisi doğru biri yanlış olmak üzere üç cümle kurar. Ailesi, hangilerinin yalan olduğunu tahmin etmeye çalışır.
  • Hangisini tercih ederdin: Aile bireylerinden her birine tercihleriyle ilgili sorular sorulur. Mesela “Telefonun mu olmadan yaşamak isterdin, televizyonun mu?”, “Geçmişte mi yaşamak isterdin, gelecekte mi?”, “Aklına bir şarkının takılmasını mı tercih ederdin yoksa her gece aynı rüyayı görmeyi mi?”
  • Beni ne kadar iyi tanıyorsun?: Bütün aile bireylerine üzerinde üç soru olan bir kağıt verip cevaplamalarını istenir. Örneğin “Yangın çıksa yanına alacağın tek şey ne olurdu?”, “Bir ünlüyle yemek yesen, kim olurdu?”, “Bir çizgi film karakteri olabilsen, hangisi olurdun?”, “Boynuna bir dövme yaptıracak olsan, ne olurdu?” gibi sorular. Yanıtları oyunun lideri toplar ve aile bireyleri hangi cevabın kime ait olduğunu tahmin etmeye çalışır.
  • Sohbet kavanozu: Ufak ufak kesilmiş kağıtlara sorular yazılır ve hepsi bir kavanoza doldurulur. Her bir aile bireyi bu kağıtlardan birini çeker ve herkes çektiği soruya cevap verir. Bazı örnek sorular: “En iyi arkadaşın kim?”, “Kendini üzgün hissettiğin zaman, daha iyi hissetmen için ne yapabiliriz?”, “Ailemizle ilgili en sevdiğin anın hangisi?”, “İsminin nasıl / neden seçildiğini biliyor musun?”, “Üç dileğin olsa, ne dilerdin?”, “Konuşmayı mı daha çok seversin, dinlemeyi mi?”, “En sevdiğin özelliğin hangisidir?”, “Kendini en rahat hissettiğin yer neresi?”, “Hep aynı yaşta kalabilecek olsan, hangi yaşta kalırdın? Neden?”.

Oyun oynamak eğlenceli bir teknik olsa da, sofraları değerli yapan genellikle aile bireylerinin birbirlerine anlattıkları hikayeler oluyor. Özellikle çocuklarımızın başlarından geçen olayları anlatmalarına, onları aktif bir şekilde dinleyerek ve izleme soruları sorarak destek vermek çok önemli.

Aklınıza hiç anlatacak hikaye gelmezse, her bir aile bireyinin sırayla bir cümle kurarak sohbeti ilerlettiğinde bile ortaya komik hikayeler çıkacaktır.

İlginizi çekerse www.thefamilydinnerproject.org web sitesinde de yemek tariflerinden örnek sohbet konularına, oyunlardan blog yazılarına birçok kaynak bulabilirsiniz.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2006 Aile Yapısı Araştırması’na göre Türkiye’de hanehalkı üyeleri %88,8 oranında akşam yemeklerinde düzenli olarak biraraya geliyor zaten. Bu çok umut verici bir istatistik.

Hepimizin her akşam aynı anda evde olması zor olsa da, kendi adıma evde kim varsa birlikte yemek yemesi konusunda ısrar ediyorum. Bir de FOMO yazımda da önerdiğim gibi, telefon, iPad, laptop, televizyon gibi dikkatimizi dağıtan teknolojik unsurları en azından yemek bitene kadar ortadan kaldırdık mı, keyfimize diyecek yok. Bunu bu kadar ciddi bir şekilde ilk denediğimde büyük kızım Melis, “Çok sıkılacağımı sanmıştım ama yediğim en eğlenceli yemeklerden biri oldu bu.” demişti. Bu sağlıklı, faydalı ve çok da keyifli bir ritüel. Afiyet olsun!

Home4Dinner

Doğum Sıramız

Hiç yeni tanıştığınız bir kişinin doğum sırasını tahmin ettiğiniz oldu mu? İlk çocuk mu, tek çocuk mu, ortanca çocuk mu, ailenin en küçüğü mü… Hangi davranışları onu ele verdi?

Kardeşler bir elin parmakları gibi farklıdır deriz. Sonra da bacanaklar ve eltiler arasındaki farklılıklara şaşarız! Halbuki bir elin parmakları gibi olan kardeşlerin eş seçimlerinin benzer olmasını bekleyemeyiz. Peki ya arkadaş seçimleri?

Aileyi bir ağaç gövdesi gibi düşünürseniz, kardeşler de ağacın dalları gibidir. Dallar aynı yerden büyümez. Farklı yerlerden uzar, farklı yönlerde gelişirler.

Psikolog Walter Toman’a göre doğum sıramız, kişilik özelliklerimizi belirleyen önemli bir etken. Doğum sıralarının biri, diğerine göre daha kötü ya da daha iyi değil; hatta birbirlerini tamamlayıcı özellikler taşıyor.

Bu konudaki araştırma sonuçları sadece aile ortamları için değil, iş ortamları için de önemli veri sağlıyor. Örneğin ailenin en büyük çocuğu çoğunlukla liderlik pozisyonları alırken, en küçük çocuklar genelde yönetilen taraf oluyorlar. Bu nedenle ailesinin en büyüğü olan bir yönetici, ailenin en küçüğü olan bir asistanla daha rahat çalışabiliyor. Bazı küçük çocuklar da yönetmeyi sevebilir; ancak yönetim tarzları büyük çocuklardan farklı olacaktır.

İlk çocukların en belirgin özelliği, her şeyi kendileri halletmeye çalışan mükemmeliyetçi ve dominant yapılarıdır. Kitaplarla araları çok iyidir. Psikolog Kevin Leman, ‘Kaçıncı Çocuksunuz?’ (Tara Kitap, 2015, İstanbul) kitabında ilk çocukların özelliklerini şöyle sıralıyor: “Mükemmeliyetçi, güvenilir, vicdanlı, liste yapan, düzenli, çalışkan, doğal lider, eleştirel, ciddi, akademik, mantıklı, sürprizleri sevmeyen, teknolojiye meraklı.” Teknoloji konusunu bilemem ama bu liste bana uydu gibi!

Araştırmalar, ilk çocukların sonra doğan çocuklara kıyasla başarılı olmak konusunda daha yüksek motivasyon sergilediğini gösteriyor. İlk çocuklar, sonradan doğanlara göre daha erken konuşuyor ve yürüyor. İlk çocuklar, kontrolü ellerinde tutmayı seviyor. Dünya liderleri genellikle ilk çocuklardan çıkıyor.

Ortanca çocuklar ise arabuluculuk yapmakta iyiler. Dr. Leman, ortanca çocukları tanımlamak için “arabulucu, uzlaşmacı, fedakar, diplomatik, çatışmalardan kaçınan, bağımsız, vefalı, sadık, çok arkadaşı olan, özgür, ketum” sıfatlarını kullanıyor. Ailedeki herkesten daha fazla arkadaşları oluyor ortanca çocukların. Sır tutmakta üstlerine yok. Hayatlarının süt liman olmasını tercih ediyorlar. Genellikle hemen üstlerindeki çocuğu temel alıyorlar. Bu nedenle ortanca çocukların özellikleriyle ilgili bir genelleme yapmak da zor. Ortanca çocukların daha romantik olduklarını eklemek zorundayım ama.

Ailenin en küçüklerinin özellikleri ise şöyle: “Manipülatif, cazibeli, alımlı, başkalarını suçlayan, ilgi arayan, azimli, insan canlısı, dirençli, doğal bir satış elemanı, büyümüş de küçülmüş, ilgili, şefkatli, kaygısız, şen şakrak, sürprizleri seven, kararlı, yaratıcı.” Bu kişilerin genellikle sezgileri güçlü oluyor. Rekabeti seviyorlar. Ünlü komedyenlerin birçoğu ailelerinin en küçüğü. Toplantı salonlarında, en arkadaki kahve masasının başında herkesle sohbet eden kişiler, genellikle son çocuklardır. İlgi çekme arzuları onları cesur yapar. Dar bir bütçeyle yaşamak, diğer kardeşlere göre onları daha fazla zorlar. Topu başkalarına atıp diğer insanları sorumlu tutma huyları olabilir.

Ailenin en küçük çocuklarının yakınlarında birkaç ilk çocuk mutlaka bulursunuz zaten.

Bir de tek çocuklar var: “Titiz, ölçülü, başarılı, kendi kendini motive edebilen, heybetli, dikkatli, kitap okumayı seven, siyah-beyaz düşünen, aşırılıklar içeren ifadelerle konuşan, başarısızlığa tahammülü olmayan, kendine dair yüksek beklentileri olan, mükemmeliyetçi, kendisinden yaşlı ya da genç kişilerle kendini daha rahat hisseden, hırslı, organize.” Kendini biraz fazla önemli hissetmek, benmerkezci olmak bu çocukların en yaygın sorunu oluyor. Yetişkin olduklarında da diğer insanlardan daha değerli olduklarını düşünmeye devam edebiliyor, işler istedikleri gibi gitmediğinde kendilerine adaletsiz davranıldığını düşünebiliyorlar. İnisiyatif almak konusunda becerikli ve kendilerine güven duyguları yüksek oluyor.

Tek çocuk bir erkek olduğunda kariyer odaklı bir hayat sürebiliyor. Tek çocuk bir kadınsa, genellikle hayat boyu yanında kendisine destek verecek bir kişi arıyor. Bu kişi annesi, babası ya da eşi olabilir.

İlk çocukların ve tek çocukların liste yapma merakları araştırmalarda sık sık karşıma çıktı. Bu büyük çocuk olarak bana çok uydu – listelerim meşhurdur, yakın çevrem bilir! Birkaç sene önce büyük kızım Melis kışın ortasında elinde kağıt kalem, “Hadi anne, yaz tatili için liste yapmaya başlayalım.” diye yanıma geldiğinde dehşete düşmüştüm ama!

Tabii ilk çocuk her zaman ilk çocuk rolü oynamayabiliyor. Mesela ailede belirli bir cinsiyette ilk doğan çocuk (ailenin ilk oğlu ya da ilk kızı), veya aynı cinsiyette olan en yakın kardeşinden beş yaş veya daha fazla büyük olan çocuk da ilk çocuk özelliği taşıyabiliyor. Anlayacağınız durum biraz karışık.

Nasıl astrologlar burcunuz kadar yükselen burcunuz da önemli diyor, doğum sırası da basit bir rütbe sistemine dayanmıyor aslında. Doğum tarihi dışında kişilik özelliklerini etkileyen birçok unsur var.

Doğum sırası teorilerini etkileyen diğer değişkenler kardeşler arasındaki yaş farkı, kardeşlerin cinsiyeti, fiziksel, zihinsel veya duygusal farklar, kardeş ölümleri, evlat edinmeler, ebeveynlerin doğum sıraları, ebeveynlik tarzları, ölüm veya boşanmalar, yeniden evlenmeler gibi. Araştırmalar, bizi en çok karşı cinsten olan ebeveynimizin etkilediğini gösteriyor.

Araştırmalara göre ikinci çocuk ilk çocuktan çok farklı oluyor – özellikle aralarındaki yaş farkı beş yaştan azsa ve cinsiyetleri aynıysa. İki kardeş de erkekse, rekabet daha da artıyor. İki kızı olan ailelerde ise babanın dengeleyici bir rol üstlenmesi ve kızlarıyla ayrı ayrı, birebir zaman geçirmesi, çocukların kendilerine güvenlerinin gelişmesi için önem taşıyor.

İkizlerin ise rakip–arkadaş karışımı bir ilişkileri oluyor. Kimin ilk çocuk olduğu genellikle ilk bakışta anlaşılıyor. Çoğunlukla bir kardeş yönetiyor, diğeri yönetiliyor. Özellikle cinsiyetin aynı olduğu durumlarda rekabet artabilir. İkizler bütün ilişkilerinde çok düşünceli kişilerdir. Ben kendi adıma dostluklarından çok keyif alırım!

Doğum sırası araştırmalarının çift terapisi noktasında en ilginç yanı, boşanma ihtimallerini de ortaya koyması. Örneğin kendinden küçük bir kız kardeşi olan bir erkek, abisi olan bir kadınla evlendiğinde boşanma ihtimali, kendinden küçük bir erkek kardeşi olan bir erkekle kendinden küçük bir kız kardeşi olan bir kadının yaptığı evliliğe kıyasla daha düşük oluyor. Çünkü ilk örnekte eşlerin doğum sırası birbirini tamamlıyor ve karşı cinsten bir kişiyle aynı evde yaşamaya alışık oluyorlar. İkinci örnekte hem doğum sıraları birbirini tamamlamıyor, hem de eşler karşı cinsten biriyle yaşamaya alışık olmuyor.

Başka bir örnek olarak, iki ilk çocuğun anlaşması zor olabiliyor, çünkü her iki eş de direksiyonda olmak isteyebiliyor. Aynı şekilde iki son çocuk da, en küçük olmanın getirdiği ayrıcalıkları ilişkilerinde de beklerse sorun yaşayabiliyor. Ancak bu iki örnekte de, eşler birbirlerine olan benzerliklerini fark edip hayranlık duyabiliyorsa, yürüyor. Yani bir anlamda, ilişkinin narsistik bir niteliği oluyor. Benzer düşünce yapıları, zorlukları birlikte aşmaları için sağlam bir temel bile oluşturabiliyor. Ama herhangi bir konuda karşı karşıya geldiklerinde iki taraf da geri adım atmayınca, evlilik çıkmaza girebiliyor.

İki ortanca çocuğun yaptığı evlilikte de eşlerin fazla uzlaşmacı tutumu kaçınmaya neden olabiliyor. Bu iletişim eksikliği zamanla evliliği çıkmaza sokabiliyor. Bu eşleşmede en çok rastlanan, iletişim sorunları.

İki en küçük çocuk ise evlenmeden önce eğlenceli bir flört dönemi yaşayabilir. Her iki eş de eğlenmeyi sever ve risk alır. Ancak eşlerden biri aile bütçesinin sorumluluğunu almazsa, bir süre sonra maddi sıkıntı çekebilirler.

En iyimser eşleşme, ortanca çocuk ile son çocuk arasında oluyor. Uzlaşma konusunda usta olan ortanca çocukla dışa dönük ve sosyal son çocuk iyi bir çift oluyor.

Bu konunun özellikle eş seçimi boyutunun ilgi çektiğini görüyorum. Daha detaylı bilgi için William Cane’in doğum sırası hakkında detaylı bilgi veren web sitesi ve kitabına göz atabilirsiniz. Psikolog Kevin Leman’ın daha önce de bahsettiğim Kaçıncı Çocuksunuz kitabı da Türkçe baskısı olduğu için iyi bir kaynak.

Bir genelleme yapmak gerekiyorsa, kendi doğum sıranızdan farklı biriyle evlenmeniz, mutlu olma şansınızı arttırıyor. İlk çocuk ve son çocuk kombinasyonunun mutlu bir evlilik için şansı diğer kombinasyonlardan biraz daha yüksek diyor araştırmalar.

Anne-babalar olarak en önemli görevimiz, elimizden geldiği kadar bütün çocuklarımıza eşit davranmak ve eşit sevgi / ilgi göstermek. Çocuklarımıza yaklaşımlarımız, en az doğum sıraları, cinsiyetleri, fiziksel veya duygusal özellikleri kadar önemli. Başka yapacak birşey yok!

KacinciCocuksunuz

Mutluluk Doktoru

Sene 1991. Evden çıkıp bir taksiye bindim ve Boğaziçi Üniversitesi’ne lütfen dedim.

– “Öğrenci misin abla?”

– “Evet.”

– “Hangi bölüm?”

Psikoloji dememle birlikte, Gayrettepe’den Rumeli Hisarüstü’ne giderken geçen 20 dakika boyunca taksi şoförünün evlilik hayatıyla ilgili çok fazla detay öğrendim. Eşinin tepkilerinden şikayet ediyor ve yarı yaşında bir öğrenci bile olsa, bu işi bilen birinden haklı olduğunu duyup kendi davranışlarını onaylatmak istiyordu.

Sene 2015. Londra Heathrow Havalimanı Pasaport Kontrol’de sıra bana geliyor.

– “Ziyaret sebebiniz?”

Psikolog olduğumu ve Tavistock Centre’da bir seminere katılmak için geldiğimi söyledim. Arkamdaki sıraya rağmen, yaklaşık beş dakika boyunca görevlinin eşiyle ilgili şikayetlerini dinledim. Yine kendi davranışlarıyla ilgili onayımı almaya çalışıyor ve hatta eşi için benden randevu alabilse çok iyi olacağını söylüyordu. İstanbul’a gelirse seve seve diyerek Heathrow Express’e doğru ilerledim.

Bu iki olay arasında tam 24 sene var ama gördüğünüz gibi değişen pek birşey yok. Psikoloğa gitmek bugün bile kolay bir karar değil. Psikoloğa gitmek için bir sorun olmasını –hatta sorunun kontrolden çıkmasını– bekliyoruz. Gidince de, doğal olarak, hep olumsuzları konuşuyor, iyi gitmeyen konulara odaklanıyoruz. Bize olumsuz duygular hissettiren deneyimlerimizi daha canlı bir şekilde hatırlıyoruz. Basit hafıza testlerinde bile olumsuz duygu uyandıran kavramlar daha fazla akılda kalıyor.

Ben danışanlarımın daha çok olumluya odaklanmalarını sağlayabilmeyi misyon edindim. Ofisimden daha az mutsuz çıkmaları değil, kendilerini huzurlu hissettikleri bir ortamdan yüzleri gülerek ayrılmalarını ve bu durumun mümkün olduğu kadar hayatlarının diğer kesitlerine de etki etmesini hedeflerim. Bir müdahale olacaksa ve bakış açısı değişecekse, bunun bütünsel bir mutluluk hedefiyle olması lazım.

Pozitif psikoloji olarak tanımlanan bir akım var. Bu akımın öncülerinden biri olan Martin Seligman, üç farklı mutlu hayat çeşidi tanımlıyor. Bunlardan birincisi ‘keyifli hayat’. Böyle bir hayat sürmek için size olumlu duygular yaşatacak deneyimlerin peşinden koşuyorsunuz ve bu duyguları mümkün olduğu kadar uzun süre hissetmek için elinizden geleni yapıyorsunuz. Olumsuz duygulardan da kaçınıyorsunuz. Bu hayat çeşidinin en büyük sorunu, insanların herşeye hemen alışması ve hissedilen pozitif duyguların istediğimizi elde ettikten sonra zayıflayarak yok olması.

İkinci mutlu hayat çeşidi ‘iyi hayat’. Keyifli hayatta bilinçli olarak yapılan seçimler ve farkındalık var – yaşarken bunu seçer, bilir ve hissederiz. İyi hayat ise, mandalalarla ilgili blog yazımda da bahsetmiş olduğum Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi’ın akış teorisini temel alıyor. Bu teori, insan zihninin bir aktiviteyle tamamen meşgul olma durumunu “flow”, yani akış hali olarak tanımlıyor ve insanın en mutlu olduğu zamanı, akışta olduğu zaman olarak kabul ediyor: Dikkati tamamen yaptığı aktiviteye odaklanmış, zaman kavramı önemini kaybetmiş, fiziksel ihtiyaçlarla ilgili farkındalık yok olmuş. İyi hayat yaşayabilmek için en güçlü yönlerimizi bilmemiz ve bunları mümkün olduğu kadar fazla kullanacak şekilde hayatımıza entegre etmiş olmamız gerekiyor. Hayatımızı mümkün olduğu kadar akışta geçiriyoruz.

Üçüncü mutlu hayat çeşidi ise ‘anlamlı hayat’. Adından da anlaşılacağı gibi, en güçlü mutluluğu ve huzuru sağlayan bu hayat çeşidi. Sadece en güçlü yanlarımızın farkında olup bunları kullanmayı değil, bizden daha büyük bir bütüne hizmet etmeyi de içeriyor. Bu bütün, aile, din, toplum veya bir ideoloji dahi olabilir.

Yapılan araştırmalar, keyifli hayatın genel hayat tatminiyle bir bağlantısı olmadığını ortaya koyuyor. Mutlulukla en güçlü korelasyon, anlam arayışıyla kuruluyor. Bütünsel mutluluk, olumlu duyguların peşinden koşmak, güçlü yönlerimizi hayatımızın farklı alanlarına entegre ederek akışta olmak ve bunları bir bütünün yararına kullanarak hayatımıza anlam katmaktan geçiyor. Çevremde, hayatta kağıt üzerinde isteyebileceği çoğu şeye sahip olduğu halde kendini mutlu hissetmeyen o kadar çok insan var ki. Bazen “Ben niye böyleyim?” diye kendi kendilerini sorguluyorlar. Dönem dönem antidepresan kullananların sayısı da artıyor. Beyindeki seratonin oranını kimyasal müdahaleyle artırmak –bazı istisnalar dışında– bana doğru çözüm gibi gelmiyor. Aslında sorularının cevabı da basit: Keyifli hayat yaşıyorlar.

Carol Ryff iyilik haline felsefi bir yaklaşım getirmişti. Seligman son kitabında teorisine üçüncü bir boyut katıp PERMA modelini ortaya attı. Mutluluk konusunda yıllardır sürekli yeni teoriler çıkıyor. İlgilenirseniz Pennsylvania Üniversitesi’nin mutlulukla ilgili kendinizi ölçebileceğiniz ve güçlü yanlarınızı belirleyebileceğiniz bir web sitesi var: https://www.authentichappiness.sas.upenn.edu/testcenter

Buradan küçücük yaşımda bana güvenip içini döken taksi şoförü arkadaşıma ve Londra’da pasaport sırası bekleyen bir yabancıya açılacak kadar dolmuş olan görevliye de seslenmek istiyorum! Yalnızca keyif peşinde koşmayın, akışta olun ve yaşam amacınızı bütünün yararına olacak şekilde düzenleyin. Güçlü yanlarınızın farkında olun ve her gün bu özelliklerinizi kullanın. Bir amacınız olsun. Gece uyumadan önce o gün başınızdan geçen üç olumlu olaya odaklanın. İnsanlarla güçlü bağlar kurun. İlişkilerinizde yapıcı olun ve sevgi ön planda olsun (kenara çekilip oturduğunuz yerden başka insanları yargılamakla vakit harcamayın). Hareket edin, uyku düzeninize dikkat edin, dengeli beslenin. Çocuklarla vakit geçirin. Ailenize zaman ayırın (aile başlığı mutlulukla ilgili araştırma sonuçlarında hep açık ara önde). Bir evcil hayvanınız olsun. Gülümseyin. Aslında bu kadar basit.

Beş yaşındaki kızım Selin geçenlerde tam olarak ne iş yaptığımı sordu. Ona anlayacağı bir dilde anlatmak için bir süre çabaladım. Bana baktı, düşündü ve şöyle dedi: “Tamam anne, anladım. Sen mutluluk doktorusun!” Kendi kendine türettiği bu ifadenin ne kadar hoşuma gittiğini anlatamam. Evet, ben mutluluk doktoru olmak istiyorum!

balloon