Açık Pozisyon: CBO

Son yıllarda şirketlerin ‘C-Suite’ olarak adlandırılan üst yönetim kademesinde birçok yeni pozisyon çıkar oldu karşımıza: Önce CEO’lar (Chief Executive Officer) vardı, ardından CFO’lar (Chief Financial Officer), COO’lar (Chief Operating Officer) geldi; sonra CHRO’lar (Chief Human Resources Officer), CLO’lar (Chief Learning Officer), CIO’lar (Chief Information Officer), CTO’lar (Chief Technology Officer), CRO’lar (Chief Risk Officer), CKO’lar (Chief Knowledge Officer), CMO’lar (Chief Marketing Officer), CSO’lar (Chief Sales Officer) hatta artık CDO’lar (Chief Diversity Officer), CCO’lar (Chief Creative Officer)… say say bitmiyor!

CBO, yani Chief Behavioral Officer, bu pozisyonların en yenisi.

İçinde yaşadığımız dönem, bazı kaynaklarda davranış bilimlerinin altın çağı olarak nitelendiriliyor. Kurumsal hayattaki bu yeni akım da aslında bunun göstergesi.

Bir CBO ne iş yapar?

Psikoloji, sosyoloji gibi davranış bilimlerindeki uluslararası, akademik araştırmaları yakından takip eder. Bu araştırmaların sonuçlarından hem çalışan hem de müşteri ilişkileri boyutlarında faydalanılmasını sağlar.

Hem İnsan Kaynakları, hem de Pazarlama ve Satış ekipleriyle yakın temas halinde çalışır.

Her türlü kurumsal stratejinin, insan davranışlarıyla ilgili bu araştırma sonuçlarından beslenerek oluşturulduğundan emin olur.

Hedeflenen yalnızca tüketici davranışlarının değil, personel davranışlarının (ve bu noktada aslında yalnızca insan kaynaklarının değil, psikolojik kaynakların) etkin yönetimidir.

CBO pozisyonunun varlığı, gerçekten de davranış bilimlerinin strateji belirleme noktasında artan değer ve etkisinin göstergesi. Bugüne kadar yapılan atamalar arasında en çok ses getireni herhalde Dan Ariely’nin CBO olarak Lemonade adlı sigorta şirketine katılması.

Bakalım Türkiye’nin ilk CBO ataması ne zaman olacak…

shutterstock_338429702

Yeni bir Yetkinlik: Romantik Yetkinlik!

Kariyerimin önemli bir bölümünü yetkinliklerle içli dışlı geçirdim – yetkinlik yazdım, yetkinlik araştırdım, en çok da yetkinlik eğitimi verdim. İletişim, ekip çalışması, problem çözme, adaptasyon… değerlendirmediğim yetkinlik kalmadı diye düşünürdüm. Son zamanlarda ise bugüne kadar hiçbir kılavuzda karşıma çıkmayan yeni bir yetkinlik var üzerinde çalıştığım: Romantik yetkinlik!

Kurumsal ortamda yetkinlikleri değerlendirmek görece kolaydır – çünkü zaten yetkinlikleri tanımlayan, farklı seviyelerdeki davranış göstergelerine kadar detaylandıran kitapçıklar olur elinizde. Halbuki insan ilişkilerinde romantik yetkinliği değerlendirmek bu kadar kolay değil.

Romantik yetkinlik, sağlıklı ilişkiler kurabilmemiz ve sürdürebilmemiz için sahip olmamız gerektiği tespit edilmiş olan yepyeni bir yetkinlik. Romantik yetkinliğe sahip kişiler, ilişkilerinde kendilerini daha fazla tatmin olmuş hissediyor, daha sağlıklı kararlar alabiliyor ve kendilerine değer verildiğini, özel olduklarını hissediyor. Romantik olarak yetkin kişiler eşlerine ihtiyaç duydukları desteği sağlayabiliyor. Kaygı azalıyor. Hayattan daha fazla keyif alınıyor.

Romantik yetkinliğin üç ana yapı taşı var. Birincisi kavrama – örneğin akşam eve geldiğinizde sabırsızlığınızın altında aslında o gün işyerinde yaşadığınız olumsuz bir olayın yattığını fark edebilme, kavrayabilme becerisi. İkinci yapı taşı karşılıklılık – eşimizin de, bizim de isteklerimiz, ihtiyaçlarımız olduğunun ve her ikisinin de önemli olduğunun farkındalığı. Üçüncüsü ise duygu regülasyonu – karşılaşılan zorluklar karşısında duygularımızı regüle edebilme, ayarlayabilme ve doğru bakış açısıyla yaklaşabilme becerisi. Romantik yetkinliğe sahip kişiler, bu üç beceriyi de kullanabiliyor.

Kendinizin, ilişkinizin romantik yetkinliğini dürüstçe değerlendirebilir misiniz?

Kaygı: Zeki İnsanların Zindanı!

Bu hafta sanki herkes “kaygı” şalterini indirmek istiyor. Özel hayatındaki, iş hayatındaki ve genel koşullardaki olumsuzluklar üst üste geldiğinde soluğu yanımda alanlar sık sık soruyor: Zihnimdeki –genellikle olumsuz– düşünce akışını nasıl durdurabilirim?

Ben de soruya soruyla cevap veriyorum: Bu düşünce akışını durdurmak istediğinden emin misin?

Yapılan araştırmalar, zeka düzeyi daha yüksek kişilerin kaygı düzeylerinin de daha yüksek olduğunu söylüyor. Endişe yaratan durumun alternatif sonuçlarını öngörmek, olası farklı senaryolar üreterek hayatımızdaki etkilerini değerlendirebilmek, bu sonuçlara hazırlıklı olmaya çalışmak kaygı yaratıyor. Yani kaygı, zeka belirtisi olabiliyor. Ben artık kaygılanmak istemiyorum diyenlere tekrar soruyorum: Emin misiniz?

Kaygılı zihin bazen bir ‘zindan’ gibi gelse de, bu alternatif senaryoları üretmemek, onlara hazırlık yapmamak performansımızı etkilemeyecek mi? Belirli bir ölçüde, kaygılarımız başarılarımızı da doğuruyor, bizi biz yapıyor. Kronik bir durumdan, bir kaygı bozukluğundan bahsetmiyorsak eğer, başarımızın sırrı, süper gücümüz aslında “kaygı” olabilir mi?

Peki hayatı kolaylaştırmak için ne yapacağız o zaman?

Tabii ki elimizdeki verileri iyi değerlendirmek. Ürettiğimiz alternatif senaryoların gerçekçi olduğundan emin olmak. “Neden?” değil, “Nasıl?” ile başlayan sorular sormak. Geçmişe değil, bugüne ve geleceğe odaklanmak. Yapabileceklerimiz ve yapamayacaklarımız konusunda dürüst olmak; gerektiğinde kabullenmek. Somut, gerçekçi hedefler belirlemek. Pozitif düşünce şalterini açmak. Yapıcı ve aksiyona yönelik düşünce akışını izlemek. Duyguların misafir olduğunu, geldikleri gibi, bir süre sonra gittiklerini unutmamak. İstediğin sonucu görselleştirmek. Bu sonuca yönelik aksiyon almak. Bol bol hareket etmek, spor yapmak. Zihnimizi tamamen meşgul edecek farklı aktivitelere zaman ayırmak. Bir de bardağımız taştığında, profesyonel destek almak.

 

İlgili yazılar:

İş Hayatında Kaygı (Sizin Şirket Psikoloğunuz Var mı?)

Kaygı: Pozitif Düşünce Şalteri Atınca

 

www.aktosun-koseoglu.com

 

İŞ HAYATINDA KAYGI (SİZİN ŞİRKET PSİKOLOĞUNUZ VAR MI?)

– “Çok huzursuzum. Sürekli o olursa ne olur, bu olursa ne yaparım diye düşünüyorum. Uyuyamıyorum. Ofiste hiçbir şeye konsantre olamıyorum.”

– “Çok gerginim. Herşey üstüme üstüme geliyor. Herşeye hemen sinirleniyorum. Geçen gün durup dururken bir müşteriyi azarladım.”

– “Yöneticim çok sinirli. Sürekli birimizi azarlıyor. Canım işe gitmek istemiyor artık.”

Bu cümleler tanıdık geldi mi? Sizin şirkette de bu veya bu gibi cümleler kuruluyor mu? Peki neden? Boşanan biri mi var şirkette? Evlenen? Yoksa yeni bir eleman mı işe aldınız? Bir iş arkadaşınızın ya da yakınının terminal bir hastalığı mı var? Bir çalışanınız mı vefat etti? Şirketiniz küçülüyor mu? Bir birleşme mi yaşıyorsunuz?

Aslında günümüzde belli bir oranda stres ve kaygı hissetmek kaçınılmaz. Bir yandan rekabet çok, üzerimizde sürekli bir zaman baskısı var; “hızlı” yeni normalimiz oldu.  Öte yandan sosyal medya devamlı hayatımızı birbirimizle karşılaştırdığımız bir platform sağlıyor. Tabii ki stres olacağız. Hatta bu belli bir seviyede iyi. “Kaygı: Pozitif Düşünce Şalteri Atınca” adlı blog yazımda da bahsettiğim gibi, kısa süreli olursa, stres bizi motive ediyor. Konsantrasyonumuzu arttırıyor. Ama uzadığında, kronik hale geliyor. Performansımızı etkiliyor, ilişkilerimizi etkiliyor.  Hele şirket ortamında, bir kişinin kaygı seviyesinin yükselmesi bile, bulaşıcı. Bütün çevresini dalga dalga etkiliyor.

Yukarıdaki gibi cümleler sıklaştığında İnsan Kaynakları Departmanları ne yapıyor?

Toplumun yaklaşık %20’sinin kaygı bozukluğu yaşadığını söylüyor istatistikler. Tabii bunlar bilinenler, teşhis edilenler. Bu oranların ve iş hayatına olan etkisinin farkında olan şirketler artık yalnızca insan kaynaklarına değil, psikolojik kaynaklarına odaklanıyor. Şirket psikologlarıyla çalışıyor.

Peki böyle bir durumda şirket psikoloğu ne yapar?

Psikoloji alanındaki bilgi ve teknikleri kurumsal ortama uyarlar. Psikolojik ilk yardım sağlar. Destek olur. Kaygıyı yönetmeyi öğretir. Verimliliği arttırır. Kurumsal tecrübesi de olan bir şirket psikoloğu çalışanlarla aynı dili konuşur; durum tespiti ve ilerleme daha kolay, daha hızlı olur.

Büyük ihtimalle şirket doktorunuz vardır.

Peki şirket psikoloğunuz var mı?

 

www.aktosun-koseoglu.com

 

kaygi

KAYGI: Pozitif Düşünce Şalteri Atınca

Korku, şu anla ilgili hissedilen bir duygudur.

Kaygı, gelecekle ilgilidir. Ya şöyle olursa?

Korku ve kaygı -bir dereceye kadar- hayatta kalmamızı, sağlıklı olmamızı, engellere hazırlıklı olmamızı, değişikliklere adapte olmamızı sağlar. Gereklidir.

Ancak belirli bir seviyeye geldiğinde günlük hayatımızı sürdürmemizi, etkin kararlar almamızı engeller. Bu iş hayatında da, özel hayatımızda da performansımızı, verimliliğimizi düşürür. Hepimiz kaygılanıyoruz. Yalnızca kaygı düzeylerimiz farklı. Hepimizin açılıp kapanabilen bir pozitif düşünce şalteri var. Şalterler farklı zamanlarda atıyor, o kadar.

Şalteri açmayı bir deneyin…

Bu hafta, evde otururken, araba kullanırken, otobüs veya metrodayken, duş alırken bu şalteri açın ve kendi kendinize sorun:

“Şu anda hayatımda ‘iyi ki var’ dediğim neler var? Bunların bana, sevdiklerime nasıl yararları var? Planlarımı gerçekleştirdiğimde neler olacak? O zaman ne yapıyor, ne hissediyor olacağım? Bunu nasıl başardım?”

Şimdi bir de pozitif düşünce şalterini kapatmayı deneyin:

“Sorun nedir? Beni rahatsız eden ne? Ne farklı olmalı? Peki bu kimin suçu?”

Bu soruların devamında oluşan düşünce zincirinden ilerlediğinizde, olumlu duygularınızın nasıl azaldığını izleyin, fark edin.

Zihnimizde bir konuyu uzun uzun evirip çevirmek, ya öyle olursa, ya şöyle olursa diye her türlü ihtimali değerlendirmek, endişe duygusunu azaltmaz, bizi rahatlatmaz. Olumsuz duyguları elemek bile birdenbire kendimizi iyi hissetmemizi sağlamaz – araştırmalar böyle söylüyor. Klasik bir ifadeyle, sorun odaklı değil, çözüm odaklı düşündüğümüzde ancak olumlu duygular su yüzüne çıkıyor.

Anahtar oran 3 (olumlu) : 1 (olumsuz).

Bu oranı tutturduğumuzda aksiyon alabiliyor, kendimizi geliştirebiliyor, sorunlarla etkin bir şekilde baş edebiliyoruz. Bu oran hem bireyler, hem ilişkiler, hem evlilikler, hem de şirketlerde çalışan ekipler için geçerli.

Değişmesini istediğimiz noktaları tespit edip bu değişiklikleri nasıl yapacağımıza ve gerçekleştiğinde bize nasıl fayda sağlayacağına odaklandığımızda olumlu bir döngüye giriyoruz – ve şalter açık kalıyor. Eğitimcilerin, koçların, liderlerin ve tabii psikologların yaptığı da bu.

Pozitif düşünce şalterinizi unutmayın; şalter attıysa, bunu fark edin ve hemen kaldırın!

 

İlgili yazı: Mutluluk Doktoru

salter

SOFRADA NE KONUŞALIM?

Önümüz bayram. Sofralar kurulacak, aile yemekleri yenecek, sohbetler edilecek.

Sorulan sorulara verdikleri “Evet.”, “Hayır.”, “İyi.”, “Tamam.” gibi kısa cevaplar dışında pek sesi soluğu çıkmayan  aile üyeleriyle baş etmek (ki bunlar canı sıkılmış ergenler kadar elinden telefonunu düşüremeyen ebeveynler de olabilir!), sofraları daha neşeli hale getirmek için bazı öneriler paylaşmak istiyorum.

Bu vesileyle en popüler blog yazılarımdan biri olan “Akşam Yemeğe Geliyor Musun?” yazısında bahsettiğim “The Family Dinner Project” (Aile Akşam Yemeği Projesi) kitabında ve projenin internet sitesinde önerilen bazı aktiviteleri hatırlatmak ve yeniden (ve şiddetle!) önermek istedim.

20 SORU

Bir aile üyesi, ailece paylaştıkları bir anıyı düşünür. Diğer aile üyeleri sırayla sorular sorarak aklında tuttuğu anının hangisi olduğunu tahmin etmeye çalışır: Tatilde miydik? Yemeğe mi çıkmıştık? Komik miydi? Başka insanlar da var mıydı?

HİKAYE YARATMA

Ufak kağıtlara çeşitli kelimeler yazılır ve hepsi bir kutuya konulur. Her aile üyesi bir kağıt seçer. Seçilen kelimeleri kullanarak hep birlikte bir hikaye oluşturulur.

KULAKTAN KULAĞA

Bu bir klasik! Bir kişi seçtiği bir cümleyi yanındakinin kulağına fısıldar ve sırayla kulaktan kulağa bütün masa devam eder. En son kişi yüksek sesle duyduğu cümleyi tekrar eder. Cümlenin ne kadar değişmiş olduğuna bakılır.

TERCİH

Sırayla birbirinize tercih soruları sorabilirsiniz. Örneğin:

  • Telefonsuz yaşamayı mı tercih ederdin, televizyonsuz mu?
  • Kaybeden takımın en iyi oyuncusu olmayı mı tercih ederdin, kazanan takımın en kötü oyuncusu olmayı mı?
  • Uçabilmeyi mi tercih ederdin, görünmez olmayı mı?
  • Geçmişte yaşamayı mı tercih ederdin, gelecekte yaşamayı mı?
  • At olmayı mı tercih ederdin, tavşan olmayı mı?
  • Bir tabak solucan yemeyi mi tercih ederdin, bir tabak çekirge yemeyi mi?
  • Ellerinin yerinde ayaklarının olmasını mı tercih ederdin, ayaklarının yerinde ellerinin olmasını mı?
  • Uzayda yaşamayı mı tercih ederdin, denizin altında mı?

SOHBET KAVANOZU

Ufak kağıtlara önceden çeşitli sorular yazılır ve hepsi bir kavanoza doldurulur. Her bir aile bireyi bu kağıtlardan birini çeker ve cevap verir. Örneğin:

  • “En iyi arkadaşın kim?”
  • “Ailemizle ilgili en sevdiğin anın hangisi?”
  • “İsminin nasıl / neden seçildiğini biliyor musun?”
  • “Üç dileğin olsa, ne dilerdin?”
  • “En sevdiğin özelliğin hangisidir?”
  • “Kendini en rahat hissettiğin yer neresi?”
  • “Hep aynı yaşta kalabilecek olsan, hangi yaşta kalırdın? Neden?”

… HAKKINDA EN SEVDİĞİM 20 ŞEY

Bir konu seçin (veya aklınıza gelen konuları ufak kağıtlara yazıp bir kavanoza koyduktan sonra kura çekin). Sofrada oturan her kişi o konuda en çok neyi sevdiğini söylesin. Konu bir yer, bir mevsim hatta bir kişi dahi olabilir. Hatta söylenenleri yazıp saklarsanız 5, 10, hatta 20 yıl sonra açıp hatırlamak eğlenceli olabilir!

İyi bayramlar, keyifli sofralar!

Kaynak: http://thefamilydinnerproject.org

img_0019

Siz Neye Bağımlısınız?

Bağımlılık deyince aklınıza ne geliyor? Sigara? Alkol? Uyuşturucu? Kumar? Seks? Alışveriş? Bir de sosyal olarak daha kabul edilebilir bağımlılıklarımız var. Onlara o kadar alışmışız ki bağımlı olduğumuzun bile farkında değiliz belki. Mesela yemek, çay, kahve, gazlı içecekler, şeker, çikolata? Ya da iş, spor, adrenalin, aşk, telefon, televizyon, bilgisayar oyunları, hatta selfie çekmek? Siz neye bağımlısınız?

Bir davranışı istediğimizden daha sık tekrarlıyorsak, olumsuz etkilerine rağmen devam ediyorsak, davranışı bırakma ya da azaltma girişimlerimiz boşa gidiyorsa, sorumluluklarımıza ayıracağımız vakti bu davranışa ayırıyorsak, hatta sıklığını ve yoğunluğunu artırıyorsak, yapamadığımızda kendimizi huzursuz, sinirli hissediyorsak, yaptığımız şey ne olursa olsun, bu bir bağımlılık.

Fizyolojik temelli yani fiziksel bağımlılıklar daha ürkütücü görünse de tedavisi görece daha kolay. Psikolojik temelli, davranışsal bağımlılıklardan kurtulmak, kişinin isteğine bağlı olduğu için biraz daha zor. Psikolojik bağımlılıkların beyinde yarattığı kimyasal değişikliklerin madde bağımlılığına paralel olduğunu gösteren araştırmalar var. Yani hepsi ciddi. Ancak bazıları hayatımıza çok yeni girdiği ve hatta eğlenceyle bağlantılandırdığımız için tedavi gerektirebilecekleri aklımıza gelmiyor.

Mesela ‘selfie’ bağımlılığı – teknolojik gelişmelerin hayatımıza soktuğu yeni bir bağımlılık. Kişinin kendi fotoğraflarını çekip, sık sık sosyal medyada paylaşması. Eminim hepimizin aklına en az bir iki kişi gelmiştir bu kategoriye girebilecek. Selfie bağımlılığının altında genellikle fark edilme ve/veya beğenilme ihtiyacı yatıyor. Çoğunlukla geçmişte yaşanmış olumsuz bir deneyim nedeniyle ortaya çıkan yetersizlik, yalnızlık, değersizlik duygularının yarattığı boşluğu gidermek için sosyal medya bir araç oluyor. Dediğim gibi, amaç, fark edilmek.

Bir de teknoloji bağımlılığı var. Televizyon, bilgisayar, telefon, iPad hepsi bu kategoriye giriyor ve özellikle anne babaların daha dertli olduğu, en çok soru aldığımız alan bu. Diğer bağımlılıklardan en büyük farkı çok yaygın olması ve çocukları da etkilemesi. Yine gerçek hayatta karşılanamayan ihtiyaçlar, teknolojik araçlarla karşılanıyor. Dış dünyayla kurulamayan güven veya hissedilen yalnızlık sonucu oluşan boşluk, sanal ortamda dolduruluyor.

Bu noktada altını çizmek istediğim önemli bir nokta var: Anne babalar teknoloji bağımlılığıyla baş etmek için genellikle kısıtlama yöntemini kullanıyorlar (önerilen süre günde en fazla 2 saatin teknolojiye ayrılması). Halbuki tek başına kısıtlama, bağımlılığı şiddetlendirebilir. Risklidir. Yeterli bir çözüm değildir.

Bütün davranışsal bağımlılıklarda olduğu gibi bağımlılığın ortaya çıkma sebebini araştırmak, bağımlılığın giderdiği eksikliği, boşluğu tespit etmek ve devamında semptomu değil, kaynağı, yani gerçek yarayı tedavi etmek tek kalıcı çözüm.

Tekrar sorayım, siz neye bağımlısınız?

IMG_0016

TÜKETİM PSİKOLOJİSİ. İLİŞKİLER. EVLİLİK.

Tüketim toplumu olduk diyoruz sohbetlerde – biraz şikayet, biraz kabullenmeyle. İşin kötüsü ilişkilerde de hissettiriyor kendini bu tespit:

– “Hayal ettiğim gibi olmadı.”

– “Başta iyiydi, sonra bozuldu.”

– “Bunu istiyordum ama artık istemiyorum.”

Bazı seanslarda kendimi tüketici şikayet hattı gibi hissediyorum! Elimizdekinden memnun değiliz. Sürekli bir alternatifleri değerlendirme hali… Yeni modeli çıkınca eskisi değersizleşen ürünler gibi.

Çok istediğimiz bir şeye sahip olduktan sonra, onu istemeye ne kadar devam edebiliriz?

Olumsuz unsurlara odaklanmak yerine eşimizin olumlu yönlerini hatırlamak, bardağın dolu tarafını görmek çok mu zor?

Eşimizi acımasızca eleştiriyoruz, peki bizi sevmek, kabullenmek çok mu kolay? Biz çok mu mükemmeliz? Çok mu sevilesi insanlarız?

Eşim beyaz atlı prens çıkmadı, peki ben gerçekten prenses miyim?
(ya da tam tersi!)

Eskisini tüketip, yeni bir prens / prenses aramaya koyulmadan önce bunu bir soralım kendimize.. Ama dürüstçe!

Hayatı sorguladığımız dönemlerde bir yanımız sevgi, şefkat, güven, istikrar ararken diğer yanımız merak, heyecan duygularına kapılıp belirsizliğin çekiciliğine yönelmek ister. Yapımız böyle. Bu iç çatışmada sizde kazanan hangi taraf? Güvenlik mi, macera mı?

Geçenlerde Amerikalı bir çiftin “As long as we both shall live…” yani “Yaşadığımız sürece…” olarak klasikleşmiş evlilik yeminini “As long as we both shall love…” yani “Sevdiğimiz sürece…” olarak değiştirdiklerini fark ettim. Bu konuda gerçekçi olmadığım için değil – tabii ki sevgisiz bir beraberliği devam ettirme taraftarı değilim. Ama sevgi emek ve çaba istiyor. Tamam artık bitti demek, kestirip atmak en kolayı.

Zaman tutkuyu öldürür derler. Bu cümleye hiçbir zaman inanmadım. Araştırmalar, cinsel tatminin uzun süreli ilişkilerde çok daha yüksek olduğunu gösteriyor mesela. Tutkuyu öldüren zaman değil. Tutkuyu öldüren tembellik. Tutkuyu öldüren kanıksama. Tutkuyu öldüren öncelik vermeme. Değerli, kıymetli hissetmeme, hissettirmeme.

İngilizcede ‘family’ yani ‘aile’ kelimesi, ‘familiar’ yani ‘aşinalık’ kelimesiyle aynı kökten türemiş. Evlilik, aile olmak, sürekliliği, aidiyeti beraberinde getirir. Hem geçmişi, hem de geleceği kapsar. Bu da çok kıymetli. Hızla tüketilmeyecek, hemen kestirip atılmayacak kadar.

Araştırmalar da fırtınalı dönemleri atlatabilen çiftlerin ileride çok daha mutlu olduklarını gösteriyor.

Peki nasıl atlatacağız büyük fırtınaları?

İşyerinde projelerimize, müşterilerimize gösterdiğimiz titizliği, özeni, çabayı, ilişkimize de göstermemiz, verdiğimiz önceliği ilişkimize de vermemiz lazım. Zamanımızı yönetirken, işlerimizi önem ve aciliyet derecesine göre önceliklendirirken de.

Saygı çok önemli. En az sevgi kadar.

Asıl anahtar kelime tabii iletişim. Cevap vermek için değil, gerçekten anlamak için dinlemek; gerekirse konuşmayı ertelemek. Kendimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı açık ve net ifade etmek – ima etmeden, anlaşıldığımızı varsaymadan, kaçınmadan, doğrudan.

Bir de profesyonel destek almak – işlerin sarpa sarmasını, yaranın iltihaplanmasını beklemeden ama. Ve mutlaka çift ve aile terapisi konusunda özel eğitim almış, tecrübeli bir uzmandan.

 

image1

Yamalıbohça / Birleşmiş Aileler

İlkokuldayken hiç kaçırmadığım, “The Brady Bunch” diye bir dizi vardı – üç kızı ve bir kedisi olan bir kadınla, üç oğlu ve bir köpeği olan bir adamın evlenip aynı eve taşınmasıyla başlayan olaylar dizisi şeklinde özetleyebilirim konusunu. Aradan geçen otuzbeş seneye rağmen hala hatırlıyorum aile dinamiklerini. O zaman sıra dışı ve ilginç gelen bu aile çeşidinin artık literatürde bir adı var ve boşanma oranlarındaki hızlı artışla beraber çevremizdeki yamalıbohça aile sayısı da artıyor.

Yamalıbohça veya birleşmiş aile, ilk evliliğinden de çocukları olan iki kişinin evlenmesiyle oluşan aile çeşidi; eşlerden en az birinin ikinci evliliği ve eşlerden en az biri zaten anne ya da baba.

Yamalıbohça aile kaç kişi diye bakıldığında o evi paylaşan kişiler, sadece belirli günlerde gelen çocuklar ve birlikte yaşamadıkları ebeveynler, hatta onların ebeveynleri bile sayıya dahil edilir. O yüzden bu ailenin dinamikleri, biyolojik aileye göre çok, ama çok farklı.

İşin içinde bir vefat olmadığı sürece yamalıbohça aile sisteminde iki veya üç ev olur. Yani iki veya üç çekirdekli bir sistem bu. Evler çocuklardan dolayı hem duygusal, hem de ekonomik bağlarla birbirine bağlı.

Çift boyutundan bakınca, “Evliyim Ama Duygusal Olarak Boşandım.” / “Boşandım Ama Duygusal Olarak Evliyim.” adlı yazımda özetlemiş olduğum duygusal boşanmanın tamamlanmış olması, sağlıklı bir yamalıbohça ailenin kurulması için ön şart. Çocuk boyutunda ise bir ebeveyn vefat ettiyse fiziksel ölümün, ebeveynler boşandıysa da psikolojik ölümün yasının tutulmuş olması gerekir. Bu süre 6 ayla 36 ay arasında değişir.

Böyle bir aile kuruyorsanız sizin için en önemli şey, sabır! Araştırmalar, yamalıbohça ailelerde aile birliğinin oluşmasının iki-üç yıl sürdüğünü söylüyor. Bu ailelerde evlilik ve aile hayatından alınan haz, başlangıçta daha düşük – ancak zamanla artıyor. Hatta uzun vadede çocuklarda boşanmanın açtığı yaraları bile iyileştirme potansiyeli var. Ama zamanla. Ve emekle. Ve sabırla.

Yamalıbohça ailelerde çift birbirine daha az vakit ayırabiliyor. Stres seviyesi doğal olarak daha yüksek; belirsizlik daha fazla. Üvey ebeveynlerin birincil ebeveyn seviyesine ulaşabilmesi 2-5 yıl sürüyor. O zamana kadar çocukların kızgınlık gibi olumsuz duygularını üvey ebeveyne yönlendirmesi, onunla rekabete girmesi, hatta bu ebeveyni tamamen dışlaması sık rastlanan tepkiler. İşin içinde kaygı var, hayal kırıklığı var, kıskançlık var. Bu süreçte çocuklar biyolojik ebeveyni idealize edebiliyor.

Velayeti elinde bulunduran ebeveynle yalnız yaşamaya alışan çocuk için eve yeni aile bireylerinin girmesi endişe uyandırır ve adapte olunması gereken yeni bir değişim sürecidir.

Evlenen velayeti elinde bulundurmayan ebeveyn ise, hele evlendiği çocuğu olan bir kişiyse, bu durum, evden ayrılan ve artık kısıtlı sürelerle gördüğü anne veya babasının yeni evini, dolayısıyla hayatını, kendisine kapatıp, başka kişilere açtığı şeklinde algılanabilir. Çocuk için bu travmatik bir deneyimdir – bazen boşanmadan daha fazla.

Ancak öte yandan yamalıbohça aileler kayıp kadar umuttan da doğar. Yaşanmış tecrübeler elimizdekinin değerini bilmemizi kolaylaştırır. Empati ve psikolojik dayanıklılık artmıştır. Yeni aile bağları, yeni destekler anlamına gelebilir. Hayatımıza yeni fikirler, yeni bakış açıları girer. Bir adaptasyon süreci gerekir ama bu yeni ‘normal’ olur bir süre sonra.

Eski aidiyetlerimizden vazgeçmek zorunda olmamak, bunlarla ilgili konuşabilmek, duyguları baskılamamak aile üyelerine iyi gelen şeyler. Ebeveynlerin bütün aile bireylerine ayırdığı zamanı dengelemesi, kucaklayıcı, kapsayıcı olmaları önemli.

Yamalıbohça ailenin kendine özel yeni gelenekler ve aile ritüelleri geliştirmesi gerekir. Bu sadece doğum günü, yılbaşı gibi özel günlerin nasıl kutlanacağı değil, kaçta yatılacağı, kaçta kalkılacağı, evde nasıl bir iş bölümü yapılacağı, akşam yemeğinin saat kaçta yenileceği gibi öngörülebilir kuralları da içerir ve özellikle çocuklarda güven duygusunun oluşması için kritiktir. Haftada bir bütün aile üyeleriyle oyun akşamı düzenlemek ve beraber çeşitli kutu oyunları oynamak güzel bir örnek olabilir. “Akşam yemeğe geliyor musun?” adlı yazımda, ailece yenilen akşam yemeklerinin önemini vurgularken bu sofralar için ipuçları paylaşmıştım, bir göz atın.

Sayfadaki fotoğrafta gördüğünüz mavi dönenceyi ailelerle ilgili sunumlarımda kullanıyorum. Bu denizatı ailesi, birbirlerine görünmeyen bağlarla bağlı. İlk bakışta bu bağlar görünmeyebilir; boşlukta asılı duran izole parçalar gibi gelebilir deniz atları – ama öyle değiller. Her birinin konumu farklı, baktığı yön farklı. Ama birini hareket ettirdiğinizde, hepsi hareket ediyor; sürekli etkileşim içindeler. Deniz atı ayrıca benim için ailelerin sürprizli doğasını da temsil ediyor. Özellikle yamalıbohça ailelerin!

Yamalıbohça ailelerle ilgili daha detaylı bilgi için Danışman Psikolog Ani Eryorulmaz’ın Destek Yayınları tarafından 2013 yılında yayımlanan “Eyvah Boşanıyorum! Biyolojik Aileden Yamalıbohça Aileye” adlı kitabını öneririm.

Denizati_Mobile

Boşanma Dosyası #2: Boşanıyoruz – Çocuklar Ne Olacak?

Araştırmalara göre ayrılık sürecinde anne babalar en çok üç konuyla ilgili kaygılanıyor: Çocuklar, para ve yalnızlık. Bu yazı kaygıların çocuk boyutuyla ilgili.

Öncelikle, boşanma sadece annenin ve babanın boşanması değil – bunu kabul edelim. Boşanan, bütün aile bireyleri. Bu süreçte herkes için bir kayıp söz konusu ve bu çok boyutlu bir kayıp. Anne ve baba ne kadar üzülürse üzülsün, bu konuda karar alıcı konumunda. Çocukların ise hiçbir söz hakkı yok. Yetişkinlerin verdiği karar onlara açıklanıyor ve durumu kabullenip alışmaları bekleniyor. Buradan başlayalım – bu kararı çocuklara nasıl açıklayacağız..

Her şeyden önce, ideal olan, bu kararı anneyle babanın çocuklara birlikte açıklaması – birbirini suçlamadan, sakin bir şekilde, hala bir takım, bir aile olduklarını hissettirerek.

Bu noktada rahat, sakin bir ortam seçmek önemli. Yalnız çok sık gitmediğiniz bir yeri tercih edin. Bazı çocuklar bu konuşmadan sonra o ortama yeniden girmek istemeyebiliyor, oturdukları koltuğa tekrar oturmayı reddedebiliyor, hatta üzerlerindeki kıyafetleri bile bir daha giymek istemeyenler var. Kimseyi korkutmak istemem; her çocuk böyle güçlü tepki vermiyor, ancak önlem almakta fayda var.

Tabii zamanlama da önemli. Annenin hangi evde, babanın hangi evde yaşayacağı, çocukların hangi gün kiminle kalacağı, okul-iş düzeni gibi detaylar netleşmeden önce çocuklarla konuşmayın. Belirsizliklerle dolu bir konuşmadansa, öngörülebilir, bütün sorularının cevap bulduğu bir konuşma çocukları daha az kaygılandırır. Sorularını somut ve istikrarlı bir şekilde cevaplayamayacaksanız, mutlaka konuşmayı erteleyin.

Siz siz olun, sıkışık bir zaman diliminde bu konuyu açmayın. Rahat rahat konuşabileceğiniz, birlikte vakit geçirebileceğiniz bir gün ve saat seçin.

Kimin söze başlayacağına, kimin nasıl devam edeceğine önceden karar vermek, hatta mümkünse konuşmanın kısa bir provasını yapmak iyi olur.

Boşanma kararı ortak bir karar olmasa da, anneyle baba, çocuklara ayrılmaya birlikte karar verdiklerini, bu kararı vermek için uzun uzun düşündüklerini ve bütün çözüm yollarını denediklerini söyleyebilir.

Ebeveynler, bundan sonra ayrı evlerde yaşayacaklarını, ancak hala bir aile olduklarını, hala anne-baba olduklarını, yalnızca artık karı-koca olmayacaklarını anlatmalı. Çocuklar bu konuşmadan sonra hem anneyi hem babayı istedikleri zaman arayabileceklerinden, istedikleri zaman görebileceklerinden emin olmalı.

Çocuklar tepkilerini hemen vermeyebilir, sorularını hemen sormayabilir. Konuşmadan sonra birkaç gün, hatta birkaç hafta bu konuyu açmayan çocuk, bir gece uyumadan önce sorular sormaya başlayabilir. Böyle durumlarda sakinliğinizi koruyarak sorularını sabırla cevaplayın. Ertelemeyin. Geçiştirmeyin. Aynı soruları tekrar tekrar soruyor olsalar bile.

Ülkemizde yapılan araştırmalar, bu aşamada çocukların en fazla hissettikleri duyguların belirsizlik, güvensizlik, endişe ve kaygı olduğunu gösteriyor. Bunun en önemli sebebi, bağlanmanın zedelenmiş, hatta kaybolmuş olduğu algısı. Ne kadar detaylı ve somut bilgi verilebilirse çocuklar o oranda rahatlar.

Alışma döneminde aile ve arkadaş desteği çok önemli. Spor başta olmak üzere hobi ve aktivitelerle çocuğun ilgi odağını evin dışına taşımak iyi gelecektir. Araştırmalara göre bu süreçten en olumsuz etkilenen çocuklar, boşanan ebeveynler arasında iletişim sağlamak, mesaj taşımak zorunda bırakılan çocuklar.

Ne yazık ki birçok araştırma, hem boşanmış hem de evli ailelerde çocukların anneleriyle ilişkilerinin, babalarıyla olan ilişkilerine kıyasla dikkat çekecek oranda daha iyi olduğunu gösteriyor. Ancak çocuğun annesine de babasına da eşit oranda ihtiyacı var. Bu noktada babalara daha fazla iş düşüyor.

Burada unutulmaması gereken önemli bir nokta var: Çocuklar anne-babalarının tekrar bir araya gelmesi için umut taşıdığı sürece kabullenme tam olarak gerçekleşmeyecektir. Anne ve babanın ayrı evlerde ayrı hayatları olduğunu gördükçe, yaşadıkça, çocuk da sürece adapte oluyor – belki de anne babasından daha hızlı! Genellikle ortalama ilk iki sene, uyum süreci olarak kabul edilebilir.

Bu süreçte psikolojik destek almak faydalı oluyor ama araştırmalar ülkemizde psikolojik destek alan çocuk sayısının düşük olduğu gösteriyor – erkek çocuklar için bu oran daha da düşük.

Çocuk için boşanmanın travmatik etki yaratıp yaratmaması tamamen olayı algılayış biçimine bağlı. Yaşanılan, çok kişisel bir deneyim. Duruma değil, çocuğun yapısına ve onun üzerindeki potansiyel etkilerine odaklanmak lazım. Her boşanma farklı. Her çocuk farklı.

Özellikle velayeti elinde bulunduran ebeveynin, boşanmanın yarattığı stresle etkin bir şekilde baş edebilmesi ve çocukların duygusal bakımını aksatmaması, çocukların uyum süreci için en önemli unsur. Uçaklarda ne diyorlar – oksijen maskesi önce bize, sonra çocuklara. Biz iyi olacağız ki, çocuklar iyi olsun.

Boşanma istatistikleri ortada – batı dünyasında, çocuk veya ebeveyn, çoğunluğun geliştirmesi gereken bir beceri artık ayrılık sonrası adaptasyon. Doğru idare edildiğinde çocuklar bu süreçten olgunlaşmış, psikolojik sağlamlığı ve adaptasyon becerileri güçlenmiş olarak çıkıyor.

“Herkes mi Boşanıyor?” adlı yazımda da belirttiğim gibi, boşanma durumunda ailenin şekli değişiyor ama aile yaşamı sona ermiyor. Ebeveynler çocukların hayatının bir parçası olmaya devam ediyor; yalnızca ikametgahları değişiyor. Boşanma yıpratıcı bir süreç olsa da, bu mesaj aklımızın bir köşesinde hep dursun.

Melis_BosanmisAile2