Çoğu insan için hamilelik ve çocuk sahibi olma süreci, heyecan verici, mutlu bir süreç. Ama ne yazık ki infertilite, yanı kısırlık sorunu yaşayan çift oranının günümüzde %30’lara kadar çıktığı tahmin ediliyor.
En son 2013 yılında Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı tarafından yürütülen Türkiye Kadın Sağlığı Araştırması verilerinde infertilite sorunu yaşayan kadın oranı %4,8 görünüyor. Keşke bu istatistik doğru olsaydı!
İnfertilite, bir çiftin 12 ay boyunca düzenli cinsel ilişkiye girdiği ve hiçbir korunma yöntemi uygulamadığı halde hamile kalamama durumu.
Başlıca sebepleri arasında, günümüzde çiftlerin daha geç yaşta çocuk sahibi olmayı tercih etmeleri geliyor. Sigara kullanımının da infertilite üzerinde doğrudan etkisi var: Sigara kullanan kadınlarda infertilite oranı, içmeyenlere göre ortalama 10 kat daha fazla.
İnfertilite, başlı başına bir yaşam krizi. Krize neden olan ise, genellikle çocuk sahibi olmaya yüklediğimiz anlam.
Üreme / neslini devam ettirme içgüdüsü, insanın temel içgüdülerinden biri. Bu içgüdünün karşılanamaması, stresle sonuçlanabiliyor.
Genellikle istediği halde çocuk sahibi olamayan veya infertilite tedavisi gören çiftlere yönelik danışmanlığın hedefi, psikolojik tedaviden çok, yaşanılan süreçle ilgili psikososyal desteğin sağlanması, özellikle ortaya çıkan stresle ve belirsizlikle nasıl başa çıkılabileceğine yönelik çalışmalar yapılması.
Eşi tarafından terk edilme endişesi, kendi bedeninde birçok test ve tedavinin uygulanacak olmasının getirdiği korku, kendini eksik / yetersiz hissetmek, sıklıkla yaşanılan duygular arasında. Çiftler genellikle ‘neden biz’ sorusuna yanıt arıyor. İnfertil olan eş, anne/baba rollünü̈ eşinin kendisi yüzünden yaşayamadığını varsayarak kendini suçlayabiliyor.
Tedavi sürecinde cinsellik sadece çocuk sahibi olmak için yapılan bir eyleme dönüşebiliyor. O güne kadar aşkın ifadesi olan cinsel ilişki, başarısızlığın ifadesi haline gelebiliyor – özellikle belirli gün, hatta saatlerde cinsel ilişki kurma gereği, ödev gibi algılanabiliyor ve ilişkiden alınan hazzın azalmasına sebep olabiliyor. Teşhis amacıyla yapılan testler bile kişilerde cinsel isteksizlik yaratabiliyor. Tedavi sürecinde kullanılan hormonların olumsuz yan etkilerini de unutmamak lazım.
Hamilelikle sonuçlanmayan tedavi dönemlerinde çiftin bir kayıp duygusu yaşayabildiğini, henüz var olmayan bir bebek için yas tutabildiğini görüyoruz. Olası bir düşük durumunda ise kayıp duygusu çok daha büyük olabiliyor. Kaybedilen sadece bebek değil, “ideal aile” olma ümidi oluyor bazen. Bu yas süreci, depresyonu tetikleyebiliyor.
Ortaya çıkan kızgınlık, suçluluk, hayal kırıklığı, üzüntü gibi duygularla ilgili farkındalık yaratmak, olası bir depresyonu önlemede ilk adım.
Ülkemizde çok yaygın olmasa da bu süreçte grup tedavileri de olumlu sonuç veriyor. Benzer güçlükler yaşayan kişilerle yapılan grup çalışmaları hem öğretici, hem de rahatlatıcı olabiliyor.
Yürütülen çalışmalar, tedavi sürecinde alınan psikolojik desteğin bu süreci olumlu yönde etkilediğini, canlı doğum oranını arttırdığını, çiftler arasındaki çatışmaları, depresyonu ve endişeyi azalttığını gösteriyor.
Eğer infertilite tedavisine başlıyor veya başlamışsanız, ülkemizde bu konuda kaleme alınan en cesur anı kitaplarından birini okumanızı öneririm: Ayşe Aydın’ın 2009 yılında Remzi Kitabevi tarafından yayınlanan “Anneee! Anne Oluyorum!” adlı kitabı.
Kitabı en kısa zamanda okuyacağım. Öneri için teşekkürler : )
BeğenLiked by 1 kişi